Nobel Ödülleri

Nobel Ödülleri’nin verilmeye başlandığı 1901’den bu yana 584 ödülden 49’u kadınlara 535’i erkeklere verildi.

(Bianet’in Nobel Ödülleri’nin ardından konuya ilişkin yaptığı haberden)
Şaşırdınız mı ?
Şaşırmayın. Dünya bunu hep yapar. Temel çıkarım ise ah vah etmek değil bunu nasıl değiştirebileceğimiz sorusuyla samimiyetle yüzleşmemizdir. (‘Ama kadınlar, yani şimdi, nasıl, yetenekli olan kazansın’ diyenlere söyleyecek sözümüz ise belli: ‘Şekerim o öyle bildiğin, ezberletildiğin ya da inanmak istediğin gibi değil.’ )
***
Kızların üniversiteye gitmesine izin vermeyen bir sistemin içinden yürüyüp geçen ve iki Nobel Ödülü’nü kazanan o nadir şanslı kadınlardan biri olan Marie Curie, bizlere bakın ne diyor:
‘Yaşamda hiçbir şeyden korkulmaz. Sadece onu anlamak gerekir. ’
Radyoaktife meydan okumuş bu yiğit kadının, sadece Nobel ödülü değil (bence hiç değil) yaşam karşısında bizlere verdiği bu kıymetli mesaj, dünyanın yarısına kulaklarını tıkama eğilimi olan bir sistemi delmenin öncü adımlarından biri olsa gerek. Ve daha nicelerini…
‘Sadece cesaret yeter mi?’ sorusu ise, hiç kuşku yok ki hem cesareti hem de cesaretin kaderle kurduğu bağı yeniden düşünmemiz için bir kapı aralayabilir.
Sahi, can çekişen bir eğitim sistemi içerisinden geçen ve en büyük hedefinin ‘dişi kuş’ olması gerektiği şeklinde şartlanmış bir kız çocuğunun, örneğin gerçek bir bilim insanı olmak için kat edebileceği yolda ne kadar ilerlemesi mümkündür? Diyelim şansı yaver gitti ve ilerledi; bilimin hiçe sayıldığı bir ülkede böylesi bir ilerlemenin onu götürebileceği yer neresidir? Ve diyelim bu etabı da bir biçimde atladı; dünyaya açıldı. Peki ya dünyanın ayağına dolanmış olan o cılkı çıkmış ama hâlâ varlığını sürdüren ‘erkek ve Batı egemen’ ruhla dürüst ve insani bir şekilde nasıl başa çıkacaktır? ‘Ama ben çok antidemokratik bir ülkeden geliyorum bana ne, bana ne’ feryatlarıyla değil de gerçekten yaptıkları, ortaya koydukları, yaratıcılığı ve sorumluluk bilinciyle üstlendikleriyle ile yani.
Tekrar başa dönecek olursak, yıllar önce İstanbul’da, İsveç Başkonsolosluğu’nda yaptığım bir konuşmada, evrensel edebiyat düzleminin Türkiye gibi ülkelerde soluk alıp veren yazarlardan çok ama çok ezber bir söylem umduğunu ve bu koşullandırmanın Türkiye’nin sansür ve otosansür politikalarıyla son derece benzerlik taşıdığını ifade etmiştim. Bizlerden Arnavut kaldırımını, camiyi, Osmanlı’yı, haremi isteyip duruyorsunuz, üstelik de bunu son derece ‘şarkiyatçı’ bir tavırla yapıyorsunuz diyebilmiştim. Sizler bunu hep yaptınız ve yapmaya da devam ediyorsunuz demeye ise cesaretim olmamıştı sanırım.
Hiç kuşku yok; cesaret kadar anlamanın da yetmediği 21. yüzyıl dinamiklerine karşı çok daha zinde olmamız gereken bir süreçten geçiyoruz. Aman dikkat!