Öğrenciler ve öğretmenleri

Zeynep Sayın’ı ilk etapta Defter dergisindeki yazılarıyla tanımıştım. Kimsenin kafa patlatmaya önem vermediği konularda zihin açıcı yazılarıyla ülkemizin kıymetlerinden biri olduğunu söylememe gerek bile yok-tu. Ama şimdi var. Çünkü bir öğrencisi hocamızı ‘ihbar’ etti!

***
Öğrenci ve öğretmen arasındaki ilişki hep düşündürmüştür beni. Bir zanaattır öğretmenlik. Nasıl bir zanaattır diye soracak olursanız, Faruk Duman’ın bir kitabında hatırladığım biçimde buraya taşımak isterim:
Jung çok gençken bir taşın üzerine oturur ve başlar sormaya:
‘Bu benim taşımdı. Çoğu zaman o taşın üzerine oturur ve zihnimde aşağı yukarı gelişen şöyle bir oyun başlatırdım. Taşın üzerinde ben mi oturuyorum, yoksa onun üzerinde oturduğu taş ben miyim?’
Öğretmenlik bu noktada, karşılıklı bir düşünme biçiminin başladığı yerdir. Orada başlar ve sonra olanaklar çerçevesinde serpilir; zanaatkârın yaşam biçimiyle, ortaya çıkan ‘ürün’ arasında kurulan köprü, tam da bu yüzden, bir zanaatkârın ruhunun yansıması gibi gelir bana.
Yıllar sonra bu mealde buluştuğunuz o genç insanlarla, artık başka bir yeryüzünün sınırlarında gezindiğinizi fark edersiniz. Geçmişte birlikte, karşılıklı öğrenmişsinizdir ve şimdi yeryüzü karşınızda başka bir tatla serilmiş, yeni ve ayrı keşifler için durmaktadır. İşte bu öğretmenlikteki zanaatkârlık ruhudur, ki beni hemen her zaman büyülemiştir. Yanı başınızdaki öğrenci, sizden küçük izler taşır ya da taşımaz ama o artık yaşamın başka bir tezinde başka bir hayalle gezinmektedir. Ki doğal ve güzel olan da budur. Yeryüzü biraz da böyle genişler. Arşimed’in bir sopayla (eğitimin el verdiği bir buluşmadır bu) dünyayı ucundan kaldırma prensibi bir ölçüde karşılık bulmuş gibidir.
Ve burada sormayı istediğim soru öğretmenlerden ziyade öğretim sistemine yönelik olarak da şudur: Neden bu sistem nicedir yeryüzü insanı değil, muhbirler yetiştirmeye başladı? Kişiliksiz, ezberci, gelecekten korkan, güce tapan, kısaca özgüvensiz ve silik olmaya mahkum insan tipleri yani… Kısaca ortaya konulan ‘ürünler’ neden defolu olmaya başladı?
Bunun birçok nedeni olabilir. Üniversite yönetimi, korkular, morkular. Buna bir şey diyemem. Ancak burada kafamı bulandıran başka bir husus var. Ki buna birazcık amaç ve araç denklemi üzerinden yaklaşmak isterim. Ve şunu sormayı önemli bulurum. Neden üniversiteler artık beynin beyinle buluştuğu değil, iyiden iyiye seri üretime geçildiği yerler haline geldi? Eğitimin bir inşaat sektörü haline indirgenmesi ne demektir?
‘Yılda şu kadar mezun veriyoruz.’
Acaba şunun da farkında mıyız bu cümleyle? Bunu da çağımızdaki üretimi, Hannah Arendt’e referans vererek anmak isterim: ‘Üretim aslında tüketime hazırlıktan ibarettir.’ Nicedir, öğrenci yetiştirmek için değil, tüketmek için kodlanan bir sistemin içinde debelenip durmak da denebilir buna.
Bana öyle geliyor ki öğrenciyi sadece kredi tamamlamaya, öğretmeni çocuğunun okul taksitini denkleştirmeye çalışan birer makineye dönüştüren bir ‘eğitim’ sisteminin, her ikisini de aslında hiç mi hiç umursamadığı bir sürecin içerisinde olduğumuz için böylesine ‘kalabalıkken’ bile yalnız, ‘tamsayıyken’ bile lime limeyiz.