On Dokuz Numaralı Oda

‘On Dokuz Numaralı Oda’… Kitapla aynı adlı öyküyü okuduğunuzda bir kadının ‘kendine ait’ bir odaya neden ihtiyacı olduğunu yeniden keşfedersiniz.
 
Kitabın yazarı, 2007 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Doris Lessing’dir. Can Yayınevi, bu hacimli öykü kitabını Sinem Yazıcıoğlu’nun çevirisiyle dilimize kazandırdı. Çok da iyi etti! Şimdi diyeceksiniz ki her şeyin ortasında, On Dokuz Numaralı Oda da nereden çıktı? Bu öykü o kadar çok şey anlatıyor ki. Belki o yüzden. 3 çocuk projesinin yaratıcısı,  aile ve din üzerine çalışmalar yapmış olan yeni Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın da bu öyküyü bildiğini umarak biraz detaya inmek istiyorum.
 
Zekânın yetmediği durumlar
 
Öykü, ‘Bu, sanırım zekânın boşa çıkmasına ilişkin bir ilişki’ diye başlar. Ve ardından zekânın bir ilişkide nasıl boşa çıkabileceğini usul usul tartışır. Aşk da vardır üstelik. Çiftlerden ikisi de çalışmaktadır. Derken arka arkaya çocuklar olur. Dile kolay dört çocuk. Dört çocuk demekse geniş bir ev demektir, bahçe, yeni sorumluluklar ve değişen hayat standartları. Ancak çift son derece zeki olduğu için olayları hemen her şekilde kontrol altında tutabileceğine inanmaktadır.
 
Öykü uzun bir müddet ‘yapılması gerekenler’ ve çiftin ‘bu yapılması gerekenlere’ karşı geliştirdiği stratejilerle yol alır. Her şey düzen içindedir. Fire yoktur, varsa da hemen bir çözüm bulunur. Fakat gelin görün ki yaşamın tuzu biberi mi desek, şamarı mı desek, evdeki hesap, zekânın yetemediği biçimde çarşıdakine uymaz!
 
Matthew (adamın adı budur) bu yeni sorumluluklar karşısında daha çok çalışmaya başlar, çalıştıkça da, tezat bu ya, eve daha yakın olacağına, evden uzaklaşmaya başlar. Evdeki duruma bakacak olursak Susan (kadının adı da budur), dört çocuğun sorumluluğunu yeterince yerine getirebilmek için çalışma hayatına veda eder. Çünkü yapılması gereken budur. Ancak zaman içerisinde, tüm bu yapılması gerekenler, her şeyin ince ince hesaplandığı ve öngörülebildiği (!) bu zekâ küpü platformda maalesef tuzla buz olur!
 
Özellikle de kadın için. Hayatını devrettiği çocuklar, okullara gitmeye, dahası teker teker hayatlarına sahip çıkmaya başladıklarında kendini çok şaşırtan (ve artık kaçamadığı), geleneksel roller çerçevesinde canını çok sıkan bir gerçekle burun buruna gelir kadın:
 
‘Yalnız kaldığında, yakınında hiç kimse olmadan, gerçekten yalnız olmaya ihtiyaç duyuyordu.’
 
Uzun tereddütlerden sonra bir oda tutar kendine, bir otelde. On dokuz numaralı oda! Ve oraya gider saatlerce oturur, kendini dinler. Derken yalnızlığındaki kendini keşfeder. Aslında eski Susan’dır bu. Tanır onu ama neden bunca zamandır ondan saklandığını bir türlü anlayamaz! Haftada üç kez yapar bunu kadın. Otele gider! Oda berbattır ama kadın için bir cennettir de. Yalnızdır, ne geçmişi ne de geleceği vardır.
 
Ancak zekâyla örülü bu ilişki çiftin peşini yine bırakmaz. Tahmin edilen olur; zaman içerisinde kocası bu durumdan fena halde şüphelenecek, hatta karısını takip etsin diye bir dedektif tutacaktır. Tamam, kendisi bir haltlar karıştırıyordur da, dört çocuklu bir kadın, nasıl yani demektedir Matthew. Yoksa karısı onu aldatıyor mudur? Oysa karısı onu, aklının hiç alamayacağı, zekâsının algılayamayacağı bir şekilde, tabiri caizse eski Susan’la aldatmaktadır.
 
***
 
‘Daha gelmeden gelecekten yoruldum’ diyen kadınların öyküsü olduğunu söylüyor bu öykü için Doris Lessing. Dahası, bazı toplumlarda kadının böylesi bir mahremiyet duygusu için verdiği mücadelenin pek anlaşılmadığını da belirtiyor. Kadın gülmez, kadın fazla konuşmaz diye lafların havada uçuştuğu toplumuzda ise bu mahremiyetin nasıl algılanabileceğini gerçekten merak edenlerdenim.