Özgürlük ve sorumluluk

‘İleri Demokrasi ve Özgürlüklerimiz’ başlığı taşıyan bir önceki yazıma sizlerden ilginç mektuplar geldi. Bunlardan biri, doğru noktalara işaret etsem de tek taraflı bir bakış açısına sahip olmaktan kurtulamadığım biçimindeydi. Okurumuza buradan cevap vermek istedim. Belki bu sayede daha net bir biçimde bir yerlere varma şansımız olur.

O yazıda, özgürlük diye bir sorunumuz varsa (ki kesinlikle var) bunun iktidardakilerin oluşturduğu bir zeminde değil özgürlüğün anlamını yeniden düşünebileceğimiz bir platformda değerlendirilmesinin önemini vurgulamıştım. Görüşüm, özgürlüğün ilk etapta kendi sorumluluğunu üstlenebilmek olduğu yönündeydi, hâlâ öyle. Hakkını vererek yaşandığında en büyük sorumluluklardan birisidir bu. Yani birçok toplumda istediğini yapmak olarak algılanan özgürlük aslında tam da ‘istediğini yapmamak’tır. Aklına eseni yapmama sorumluluğu!

Yasaklamak…

Gencecik yaşında yurt dışında tek başına yaşamak zorunda kalan bir arkadaşımın ‘meğer bir insanın kendi sorumluluğunu üstlenmesi kadar zor bir şey yokmuş’ sözlerini de burada anmak isterim. Sanırım asıl ayağımıza dolanan hususlardan birisidir bu: Gerçek anlamda özgürleşemeyişimiz… Özgürlüğümüzün devasa sorumluluğunu üstlenmek, kendimizden ve davranışlarımızdan sorumlu olmak ve sonuçlarına katlanmak yerine başkalarının özgürlüğünü kısıtlar, hep onları suçlar, topu sürekli taca atar, bu biçimde ferahlar ve günü kurtarırız!

Dolayısıyla 1 Mayıs gerçeğinde yaşadıklarımızı bu anlamda da okumak mümkündür. Ancak okurumuzun tek yanlı olarak değerlendirdiği, benimse eleştirmekte hâlâ ısrarcı olduğum konu baki.

Bir valilik 1 Mayıs gibi özel bir günü ve o günün anlamını ifade eden bir alanı yasaklamamalıdır. Yasakladığında, yaşanacaklardan ve sonuçlardan ilk elde sorumlu olan yine bu birimdir. Okurumuzun hassasiyet gösterdiği noktadaysa, yani yasaklamalara rağmen meydanlara çıkmak isteyenlere ise söyleyecek sözüm belli. Etrafı tahrip ederek elde edilen sonuç valiliğin mantıksız kararına verilen mantıklı, şah-mat bir cevap değildir. Gönül isterdi ki valiliğin özgürlükler konusunda yaşadığı tereddüde ve sorumlu gibi gözüken, ancak her türlü sorumsuzluğu ortaya saçan tavrına sendika ve diğer grup yöneticilerinden daha sorumluluk sahibi bir yanıt verilebilsin, içimizi kahreden o görüntüler yaşanmasın, gencecik insanların hayatı yok sayılmasın…

Sonuçta o gün yaşananlar ülke olarak hepimizi bir kez daha tuş etmiş, toplumsal özgürlük anlayışımız tuhaf bir inatlaşma adına, yine ayaklar altına alınmıştır.

Naiflik!..

Bir başka okurumuz ise asıl sorunumuzun ‘mutluluğu hak etmiyor muyuz?’ sorusunda değil ‘mutluluğun bir süreç olarak hedeflendiği bir kültürü nasıl oluştururuz’ sorusunda sabitlenebileceğini söylüyor. ‘Naif belki ama, keşke muhalefetini değerler, duygular üzerinden, kişisel gelişim ve yaşam sevinci üzerinden yapabilen bir siyasal parti de olsaydı.’

Benim buna yanıtım ise belli: ‘Keşke olabilseydi. Keşke bunun naiflik olarak algılanmayacağı bir düzen kurulabilmiş olsaydı dünya üzerinde!’

Bir diğer okurumuz da ifade özgürlüğü konusunda bu kadar ısrarcıysam kendi gazetemin web sayfasına bakmamı önermiş ve oradaki kadın bedenlerinin kullanılmasının ifade özgürlüğüne girip girmediğini sormuş.

Burada yeniden hatırlamamız gereken husus, özgürlüğün ‘önüne gelen her şeyi’ yapıp yapmamak olduğu, bence. Kadın bedeninin kullanılmasının ifade özgürlüğüyle bir ilişkisi yok. Daha önce de yinelediğim gibi, özellikle kadın bedeninin bu biçimde kullanılmasına kesinlikle karşıyım.