Parçalar

Geçenlerde genç arkadaşlarım beni okuma bayramlarına davet etti. Küçük çam ağaçlı davetiyelerine kurşun kalemle ‘bekliyoruz’ diye yazmışlar. 23 Nisan’a ramak kala okumanın, okuyarak anlamanın, anlayarak kavramanın dünyayı da anlamak demek olduğunu alçak gönüllü bir şölenle kutsadılar, kutsattılar. Umarım hayatın dikenli telleri ayaklarına çok az bulaşır. Bulaşsa da edindikleri bu kutsal alışkanlık sayesinde daha az hasarla atlatırlar önlerine çıkan engelleri. Bu da bugüne dair mesajım olsun! Okuyan, okuduğunu anlayan, anladıkça algıları güçlenen insanlar olsun bugünün çocukları… Ki yarınlarda, geçmişin izinin ağır yükünü değil şimdiki zamanın bereketini konuşabilelim.

***
Edward Norton’un  yitik bir karakteri canlandırdığı Geçmişin Gölgesinde (American History), 16 Nisan gecesinden sonra izlediğim ilk filmdi. Kim bilir kaçıncı kez seyrediyorum ama bu sefer daha da ‘keyfine’ vararak takip ettim. Irkçılığın ve faşizmin atardamarı haline gelmiş bir hayatın içinde ölerek yaşayan Derek, babası uyuşturucu satıcısı bir siyah tarafından öldürüldükten sonra neonazilere uzanan bir yolun yolcusu olmuştur. Beklenen nedir? Beklenen, elbette, en kötüsüdür. Ki olur. Bir siyahı öldürür Derek ve kodese tıkılır. Orada ise kendisi gibi neonazi ruhu taşıyanlardan aldığı darbe, onu siyahlara daha yakınlaştırır, gerçeğin çok katmanlı olduğunu anlar ve iyileşir. Dışarı çıktıktan sonra aynı yitik ve ırkçı yolun yolcusu kardeşine ise itiraf niteliğinde şu cümleyi söyler: ‘Öfkemden yoruldum.’
Gerçekten iyileşmiştir Derek.
***
Öfke insanların ve dolayısıyla toplumların dinamik gücü. Ancak şu soruyu çok net hatırlamak gerekiyor: Öfkenin bize yaptırdıkları sonucunda elde ettiklerimiz bizi mutlu ediyor mu? Belki çok kısa bir süreliğine. Öfkenin piri olmuş Derek’in vardığı sonuç etmediği yönünde. Kaldı ki Derek şunun farkına varmış: Öfke ve onunla beslenen nefret öyle bir çukur ki öfkelendikçe daha çok beslemeniz gerekiyor orayı. Daha çok öfke, daha çok nefret, daha çok öfke ve daha çok nefret demek… Peki sonuçta bir şey değişiyor mu? Kaybettikleriniz dışında hemen hemen hiçbir şey. En azından Derek’in bizlere aktardığı bu. Ki haklı. Elbette bu öfkeden nemalanan sayısız ‘ağır abi’ mevcut. Filmdeki ağır abi Venice Beach Neo-Nazi çetesinin lideri. Ama bu lider bozuntusu bu yolun ne ilki ne de sonuncusu… (Ağır abiler deyince cins ayrımcılığı yapmış olmayalım. Bugünkü Fransız seçimlerinde ‘ağır abla’ Le Pen’in ne yapacağını da göreceğiz. Onun nefreti de ‘ağır abi’ babasından mı miras acaba sorusu ise aklımı kurcalamaya devam ediyor!)
***
18 Nisan günü Tarantino filmlerini aratmayacak iki tuhaf gençten adam, Kadıköy’den intikam almak istercesine (arabanın içindeki yüzlerinin halini gördüğüm için böyle bir kanıya kapılmış durumdayım), çarpışan otomobil kıvamında kullandıkları beyaz bir arabanın içindeydiler ve bir o kaldırım bir bu kaldırım gidiyorlardı. Arabanın yayalara çarpmasına ramak kala kurtulan o ‘talihli’ yayalardan biri olarak kendini metronun dehliz merdivenlerine ‘çok şükür’ diye bırakan o kişi ise  bendim. Arkamdaki gençten bir oğlanı fark etmeden, ‘delilik parayla değil’ diyen de. Sonra oğlanla gülüştük. Dehliz devam etti ve metronun serabına eriştim, hatta metroya bindim. Metrodaki insanların yüzü hatırlanasıydı. Mutsuzluğun şimdiki zamanda bu kadar aramızda dolaşması doktora tezlerine konu olabilir miydi? Şimdiki zaman ağır bir yeraltı katmanıydı ve hemen hepimizin yüzünde deliksiz bir uyku özlemini çağrıştırıyordu. Kimilerinin öfkesinden çok yorulmuştuk. Öfkenin nefreti, nefretin öfkeyi beslemesinden. Çok çok yorulmuştuk… Kısaca seçimsizlikten. Bunun bizde yarattığı duygu ise ne yazık ki yine öfkeydi…
***
Seçimler deyince… Marquez’in ünlü romanı ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ bir sürü şey anlatır. Anlattıklarından biri de seçimler ve bu seçimlerin nasıl kazanıldığıyla ilgilidir. Kurgudaki bu bölüm, Güney Amerika’nın, oldum olası katmanlara karışan o yüzünü de hatırlatır. Yazımın en başına dönecek olursak, okumayan, okuduğunu anlamayan, anlamadıkça düşünmeyen, düşünmedikçe umursamayan toplumların öfkenin ve nefretin namlusunda gezinenlerce ahlaksızca, sansürle, dalavereyle, zaman zaman da üç kuruşa satın alınan kaderini.
***
Peki bu hep böyle mi gider dersiniz? Umutla, sabırla ve özlemle değişeceği günü ‘bekliyoruz’.