05/09/2016
Önümde bir pencere. Adlı adınca söylemek gerekirse pencereli bir oda. 20 yıl önce, tıpkı bugünlerdeki gibi pastırma yazına bakan bir üniversite odasında, geçici tıfıl bir asistanım. Maksadımı aşmaksızın Türkçe dilini ve Ortadoğulu olmayı anlatıyorum kendi yaşımdaki yabancı insanlara, hatta daha büyüklere. Bir cuma günü olmalı. İkindiden sonraki saatlerden biri. Kimya Fakültesi’nin, hemen bitişikten gelen kimya kokuları odaya sızmış. Bir de dışardaki çınar yapraklı hüzünlü ilk güz.
Pencereler başka bir hayaldir. Bazen hayal etmekten fazlası olur ve gerçek bütün hayallerin önüne geçer.
Öyle de oluyor, onu görüyorum. Tanıdık biri. Gurbette ne kıymetlidir tanışık olmak.
Ve pencereden belime kadar sarkıp ona sesleniyorum. O ses, son heceler koca bahçede yankılanıyor. ‘Cİ-ĞİM.
Benzer duygular içerisinde yürüdüğü koskocaman bir kampüsün yalnızlık aşılayan pastırma yaz kokulu bahçesinde ilk başta duymuyor o iki heceli beni.
Bir kez, sonra bir kez daha sesleniyorum.
O zaman adını tümüyle tanıyor. Kafasını kaldırıyor ve bir müddet şaşkınlıkla Kimya Fakültesi’nin hemen yanındaki binadan sarkan tıfıl asistana, onun arkasındaki pencereye, o pencereye sığan bizim buralar kokan tınıya bakıp duruveriyor. Ve sonra pencere coşkusuna denk, hesapsız bir gülüşle o tıfılı selamlıyor da selamlıyor.
İki üç gün sonra ‘yıllar var’ diyor, ABD’deki tuhaf yalnızlık dolu öğrencilik hayatını özetleyerek, kimse bana yarı beline kadar pencereden sarkıp böylesi bir coşkuyla seslenmemişti. Gözlerindeki, muzip bir bakış. Galiba, bende de. O sıra Türkiye’yi nasıl hem de nasıl özlüyoruz.
***
Yurtdışında bir toplantıdayız. Aklımda öyle kalmış. Ayağımda dolgu topuk süet ayakkabılar. Yürümem biraz sağa biraz da sola kayıyor. Dengesiz, komik bir haldeyim. Bir ara bana dönüyor ve büyük bir samimiyet ve o samimiyete eşlik eden büyük bir gülümsemeyle ‘o ayakkabılar sana dar geliyor,’ diyor.
Bu, bir gün önce, bir masada otururken bana sorduğu sorudaki içtenlik gibi:
Gülmeyi seviyorsun değil mi?
Cevabım belli. Beni tanıyanlar için hiç de ilginç olmayan bir cevap.
İlginç olanı ise ondan geliyor.
‘Aslında ben de gülmeyi çok seven bir insanım.’
Yüzüne bir müddet baktığımı hatırlıyorum.
Sonra bir yerlerden gol sesi geliyor. (O sırada bir şeylerin dünya kupası bilmem nesi var). Sonra içeceklerimiz. Sonra salatalar. Ve sonra, şimdi unuttuğum bir sürü konu akşama ve masaya sığışıyor.
***
Bu kısa yazıdaki ilk bölüm üniversiteden atılan akademisyen bir arkadaşıma, ikinci bölümse şu an cezaevinde tutuklu olan bir yazar arkadaşıma ait, Adlarını vermekte de sakınca yok. İlki Yücel Hoca’ya. Yücel Demirer’e ait. Diğeri ise Aslı Erdoğan’a.
Bu aralar böyleyim. Her gün aldığım haberler karşısında, güne iki üç saat gecikmeyle, tuhaf tuhaf anılarla başlıyorum. Bir de ortada gezinen hain virüs var. Ateş, mide bulantısı, halsizlik ve tümden mutsuzluk veriyor insana. En son Sevgili Necmiye Alpay’ın haberiyle kalakalıyorum, virüs bir kez daha dolanıyor boynuma. Türkiye’nin en önde gelen dilbilimcisi, kitaplarıyla, yazılarıyla hepimize eşsiz bir yol sunan o insan, tutuklanıyor. Onunla ilgili anılarımın başında, eskiden Radikal Gazetesi’nde çıkan yazılarını uzun uzun düşünmem var. Dilimizle ilgili bitip tükenmeyen sağaltıcı gözlemlerini. Yazı işçiliğini. Hepimize verdiği kalem şevkini.
Böyle bir pastırma yazı bu işte. Yapraklar sonbaharın muhteşem renklerine bürünmeye hazırlanırken.