Plase

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kadın Voleybol Takımı’nın ‘sporcular tayt giydi’ gerekçesiyle kapatıldığı öne sürüldü.

Umarım gerekçe bu değildir!
Ve umarım en kısa zamanda bu yanlıştan geri dönülür….
Yetkililer mali nedenlerden ötürü bu işin gerçekleştiğini söyliyedursunlar, o zaman diğer soruyu ne yapacağız? Aynı bünyede Erkek Voleybol Takımı’nın çalışmalarına devam etmesi, bu mali yükümlülüğün neresine denk düşüyor kardeş?
Kafaları karıştıran bu açıklamaları bir yana bırakarak bugünkü yazımı biraz da bu yüzden voleybola ayırdım. Başlığım ise ‘plase’, yani voleyboldaki özel bir terim. Biraz açıklayalım. Bu vuruş biçimleri sert değildir; doğru zamanda, doğru yeri hedef aldığında yüzde yüz başarıdır. Top, filenin yakınında karşı taraftaki defansın boşluğuna bırakıldığında, o yumuşak yere vuruş sesiyle insanda uyandırdığı duygu ise tarifsizdir.
Şimdi biraz hayal gücüne başvuralım. Maçta son set başlamıştır. Oyuncular saat yönünde dönmüştür. Kıran kıran bir maç derler ya öyle bir maç devam etmektedir. Bizim cephedeki kızlardan Leyla, Nazlı’nın topu ona doğru havalandırmasını beklemektedir. Avantajdadırlar ve bu topu çıkarabilirlerse sayı olacaktır. Hadi göreyim sizi kızlar hali budur.
Zaman ve hayal gücü dedik ya; zaman delinesi ve içine akılası bir kavramdır. Orada iki kızın arasındaki top ve topun yükselerek ulaştığı nokta, kısacık bir andır ama aynı zamanda, yani biraz zorlarsak kendimizi, içine asırları da sığdırabileceğimiz o dehlizin de adıdır.
Nedir o derseniz, dikkatle takip etmenizi rica ediyorum:
Top, Nazlı’nın elinden çıktığında, Fatma Aliye Hanım’ın elinde bitmemiş bir roman vardı. Öyle ki, bu romanı kendi adıyla basabilecek bir ortam bile yoktu. Takvimler 19. yüzyılı gösteriyordu. Kadınlar, Osmanlı kadınları, hak ve özgürlükleri için yola revan olmanın zamanının geldiğini biliyordu.
Nazlı’nın elinden ilk top çıktığında, bu Osmanlı kadınları, toplum içindeki hak ve özgürlükleri için çıkardıkları dergilerde, müstear da olsa, bu kazanımların uzun yolunu işaret edecek yazılar yazmaya başlamışlardı bile. Tartıştıkları hemen her konuda, içinde bulundukları toplumu cayır cayır eleştirdiler. Aileyi, eğitim hakkını, yurttaşlık fikrini masayı yatırdılar ve toplumda erkeklerle, onca sansüre rağmen, eşit olma taleplerini dile getirdiler. Derin su…
Ve top havada falsolu falsolu dönerken, cumhuriyet yurdunda, 1930’larda elde edilen haklar, bu derin suyun yarattığı dalgalanmayla buluştu kadınla. Bu topraklarda, Avrupa’nın birçok ülkesinde olmayan bir hak, oy verme hakkı ona sunulduğunda, alıp başını yürüyecek işte o kadındı. Hangi kadın mı? Ortadoğu’nun çilekeş kadınına biçilen rolün üstüne çıkan kadın, okuma yazma bilmeme halinden üniversite kürsülerine çıkacak o kadın, kaderine meydan okuyacak, kendi adını saklamadan yazı yazacak olan o kadın! Milletvekili, öğretmen, mühendis, doktor, ressam olacak, diller öğrenecek o kadın…
Yanlışlar doğruları, doğrular yanlışları götürdü götürmedi, ama bu topraklardaki kadın, eşi benzeri görülmemiş bir şans, ama aynı zamanda hiç de tesadüf olmayan bir arka planla yürümeye başlarken, şunu da biliyordu elbette: Hemen her sefer engellenebilir! Her seferinde durdurulabilir. Her seferinde yeniden başlamak zorunda kalabilir.
İşte bu yüzden, top fileye doğru eğimlendiğinde, kısaca Leyla, Nazlı’nın elinden çıkan topun hızını beyninden kaslarına yürüyen ince bir hesapla dünyalara böldüğünde, yerden yükseldi, yükseldi ve eli topa değdi. Nazlı’nın eli bu temasla haşır neşirken, 1980’li yılların ülkesinde kadınlar mor iğneyle yürüyor ve hukuk karşındaki eşitsizlikleri sorguluyorlardı. Her türlü ayrımcılığa karşıydılar. Ve bu kez bir hukuk devletinde eksik olan ne varsa, tek tek sorgulamaya başladılar. Kadının adı vardı ve hep olacaktı.
Top, Leyla’nın ayası ile tam manasıyla buluştuğunda ve işte o zaman bazı özel şeyler hayata geçti. Nasıl derler, topun defanstaki bir açığa yollanması hasıl oldu. Aşırtma gerçekleşti ve top karşı kıyının zeminine hafifçe dokundu. İnce bir tık sesi.
Sayı!
Bir sonraki sayının ise yaradana sığınılmış bir smaçla olmayacağının hiçbir garantisi yoktu.