Sansürle gitsin

Sabitfikir ilgiyle takip ettiğim edebiyat dergilerinden biri. Her ay “Aldım, alacağım” derken sağolsunlar dergilerinin her sayısını gazeteye gönderme inceliğini gösteriyorlar. Bu sayısında, geçmişten bugüne yazılarını okumaktan keyif aldığımız Oylum Yılmaz’ın imzasıyla ilginç bir konuya değinilmiş: “Dijitalleşen Sanat Kimin Sanatı?” diye soruyorlar. Cep telefonlarıyla çekilen filmler ve fotoğraflardan, bunların paylaşıldığı sitelere, yaşamlarımızı bilgisayar ekranına kilitleyen twitter mesajlarından bu tür sosyal ortamlarda yazılan romanlara kadar her şeyin değiştiği, farklı bir noktaya evrildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu ortamdaki işler sanat mıdır, değil midir? Bu soru kafalarımızı kurcalayabilir, kurcalamalıdır da. Ancak çağımızı, dolayısıyla bu internet ortamının bireye sunduğu sonsuzluğu, bu sonsuzlukta yeniden yapılanabilecek bir evrenden bahsetmek mümkünken iş gelip dayanıyor Türkiye’ye. Ya da Türkiye gibi ülkelere. Derken başlıyor midemiz ağrımaya.

Bu yüzden ne Alvin Toffler’ın üretici ve tüketiciyi (İngilizce adlarıyla söylemek gerekirse producer ve consumer) birarada kullanarak oluşturduğu bir kısaltma olan “prosumer”un (üretirkentüket diye çevirebiliriz dilimize) çağımızı anlatan hali ne de başka tanımlar… çağımız bambaşka bir belayla anılmaya mahkum. Tıpkı dijital ortamlarda yaratılanlar sanat mıdır, değil midir diye tartışmayı ertelemek durumunda kalabileceğimiz gibi, üretirken tüketmek fikrini düşünmek de zaman zaman bir lüks haline gelebiliyor. Estetiği, yaşamın gerçekliğini, hakikatin sanatla kurduğu bağın bu koşullar altında nasıl ve ne şekilde devam edebileceğini tartışmak yerine, itilip kakıldığımız bir başka çukuru sorgulamak farz oluyor.

Bunun nedeni ise elbette yaşamakta olduğumuz sansür ve bu sansürün daha da karanlığı olan otosansür. Ne yazık ki böyle.

Yazar Murat Gülsoy derginin soruşturmasında internet üzerinde serbest paylaşımın kendisi için neler ifade ettiğini belirtirken “internetin sağladığı özgür paylaşım ortamlarının gelecekte bizi daha iyi bir dünyaya götüreceği konusunda iyimser” olduğunu söylüyor. Söylüyor söylemesine de önemli bir gerçeğin altını çizmekten de geri kalmıyor: “ülkemizdeki muhafazakâr derin devlet ruhunun her geçen gün güç kazanmasından dolayı endişeliyim.”

Gülsoy ileri demokrasilerde ancak nefret suçlarının sansürlendiğini söylerken aslında ülkemizdeki başka bir gerçeğe değiniyor. Ne yazık ki nefret suçu kapsamında olan hemen hiçbir şey sansürlenmiyor ülkemizde. üstelik sanki alabildiğine doğal bir söylem biçimiymiş gibi yayılmasına göz yumuluyor, hatta zaman zaman bu tavrı destekleyici bir görünüm sergileniyor. Oysa nefret suçu, mahkemelerde hesap verilmesi gereken bir suçtur, bunu artık teslim etmek gerekiyor. Ama bir de bakıyorsunuz, her türlü düşünceye üstü kapalı ya da açık biçimde sansür var ama nefret üzerinden yaratılan kurgulara hiçbir şey yok. Sosyal medyada da böyle, anaakım medyada da! Nefrete varan hakaretler ortalığa zehir saçmaya devam ediyor. Sanki özgürlüğün tanımı buymuşçasına. Demokrasinin kısıtlanmasının yarattığı boşluğun zaferi bu! Acıdır ki sadece bugün tanık olduğumuz bir açmaz da değil. Türkiye’nin kaderi ve tarihi sansürün gölgesinde yaratılmış, kurtul kurtulabilirsen. Reflekslerimiz, içgüdülerimiz, günlük yaşam alışkanlıklarımız… Hepsi sansürle dolup taşıyor. Dahası, iktidara gelenin tepemize binen elinde göz kamaştıran bir asaya dönüşmeye devam ediyor sansür denilen bu illet.

Bugün de aynı filmi seyrediyoruz, hemen hemen aynı replik dilimizde: “Biz bu filmi daha önce seyretmiştik!” Zaman ilerlemiş, oyuncular değişmiş, kurgu yer yer tökezliyor, sertleşiyor, bulanıklaşıyor, tıkanıyor, yer yer akıyor. Ama hep aynı film, hep aynı bayat film kardeşim!