09/01/2017
Etrafı saran sarkıtlar, dünya üzerindeki sayısız buz kütlesini, buzul göllerini, hatta bizim diyarlarda saçak altlarında gezinirken başa inen ve insanı hastanelik eden yerli heyulaları hatırlatadursun, zihnimde başka bir şeylerin parantezine de gebe kaldı.
Olurdu olmazdı derken ecnebi filmlerin hayalleri darboğaza soktuğu, yüksek ses ve jelatin renkli görsel efektlerle donattığı kurgularla geleceğe yolculuk eden insanın neredeyse sakız falından çıkmış hikayesine dalıverdim. (Hayat soğuk olsa da ısıt onu uykunla; uykuyu yabana atma, bakarsın evrenin geleceğini bile değiştirebilirsin onunla, vb.)
Sakız fallarındaki sözcükleri asla es geçmeyen biri olarak düşündüm… Neden olmasın-dı? Geleceğe uyanmanın formülü buzların içerisinde, mümkünse jeneratör aksamlı donanımlara bağlı olarak bir güzel uyumak olabilirdi.
Allah rahatlık versin diyerek pijamamızı giyecek ve sonra kendimizi prize takıp sarkıtlı uzun bir yolculuğa çıkacaktık.
Derken günler günleri, aylar ayları kovalayacaktı.
Teknolojik bir sarkıtın içinde uyuyor olacaktık. Soğuktu, ama bir o kadar da sıcak; çünkü gördüğümüz hayaller ritmi yavaşlamış kalbimizi ve o sırada ağır aksak çalışan beynimizi ılık tutmaya yetiyor; savaşları ve çatışmaları hatırladığımızda hemen yerine çocukluk anılarımızı, otomatik olarak devreye sokuyordu. O zaman ne kadar kırılgan ve şefkate muhtaç olduğumuzu zar zor da olsa hatırlıyor, zaman yolculuğundaki gemilerimizin bayraklarını indiriveriyorduk.
Sözleşme de yapmıştık. Bu yolculukta aklımızda yarım yamalak kalmış ne varsa rüyalarımızda görecek, ne bileyim yeşil esvaplar içerisinde kırlarda koşacak, çocukluğumuzun uzayıp giden ikindi zamanlarında kahkahalar atıyor olacaktık. Adını bilmediğimiz bir sürü böcekle oynadığımız o anların keyfine diyecek yoktu. Yolculuğumuzun sakinliğinde her şey makul bir biçimde akıyor olacaktı.
Bu sırada (2020) dünyada büyük savaşlar oluyor, bitmek bilmeyen çatışma sözcükleri insanlığın üzerine dolu gibi yağıyordu. İnsanlığın takati kalmamıştı ama yine de inanmak istedikleri tuhaf liderlerin tuhaf sözcüklerini yoksul hayallerine kenar süsü ediyorlardı.
Zaman akıp gidiyordu, biz uyuyorduk.
Dünyada büyük yokluklar vardı o sırada (2055). Açlığın üstü dindi, ırktı, dildi denilerek sürekli örtülüyor, zengin daha zengin, yoksul daha yoksul olmaya devam ediyordu.
Biz uyuyorduk. Peşinden koştuğumuz çocukluğumuzun arısı ne kadar da güzeldi.
Dünyada büyük açmazlar vardı o sırada (2070). Silah tüccarları ellerini ovuşturuyor, buna karşın kendi halindeki aileler bile çocuklarına oyuncak silahlar almaya devam ediyordu.
Uyku bizi sarmıştı bir kez. Uyuyorduk. Uzak ve sıcak bir kıyıda ayaklarımızı dinlendiriyorduk.
Dünya dönülecek yer değildi. Ha bu yıl, ha öteki yıl diye diye yüzyılı devirmeye çok az kalmıştı (2095). Gerçi pijamamız su içindeydi, priz prizlikten çıkmıştı, jeneratör arızaya geçmişti, sarkıt, dünyadaki bütün buzulların erimesiyle iki damacana suya dönüşmek üzereydi.
Yine de uyuyorduk.
Birileri bizleri kolumuzdan çekiştirip duruyordu. Yıl 3015 falan olmalıydı. Yoksa sukutuhayal miydi bu 3015!
Uzaktan tuhaf sesler geliyordu. Çığlıklar, acılar, hüzünler… Bir türlü uyanamıyorduk, ne sarkıt kalmıştı, ne priz, ne şu ne bu. Arılarımız gitmiş, yeşil arazimizi koca saatli zaman avcısı adamların yaptığı gökdelenler çalmıştı. Bir tek bizim uykumuz kalmıştı geride, belki de sadece uyku hayalimiz. Uyku hayali, ah o güzel uyku hayalimiz…