Satıcı

İkindi güneşi baharın tecrübesiz günlerinde gezinirken oluyor her şey. Otuzlarında bir adam, genç bir çocuğun kafasını tuttuğu gibi kaldırımlara vurmaya başlıyor. Pataklamanın böylesi! Yanımdan koşan insanlar, arabaların sürücüleri, şok torbalı şoka girmiş kadınlar ve diğerleri hemen araya giriyor ve her şeyi göze alarak iki insanı ayırıyor!

Sonradan üniversiteli olduğu anlaşılan çocuğun, görgü şahidi bir kadının heyecanlı heyecanlı aktardığı sözcükleri ve kopuk cümleleriyle, aslında hiçbir şey yapmadığı, sırt çantasıyla adamın yanından geçerken, kazayla adamın omuzuna çarptığı ortaya çıkıyor!
Sonuç üniversiteli çocuğun patlayan kaşı. Elbette kafasına aldığı darbelerden ötürü 24 saatlik müşahede sorunu da cabası.
Oradan geçen kendi halinde bir kadının sorusu ise bana tüm bunları yazdırıyor:
‘Neden bu şiddet!’
***
Birçok perspektiften incelenebilecek bir film olan ‘Satıcı’yı hatırlamak da burada farz oluyor. İranlı yönetmen Asghar Ferhadi’nin Oscar (yabancı film dalında) kazandığı bu film, Ferhadi’nin, aksesuarlı Hollywood ahalisi nezdinde tüm dünyaya ilettiği mektubundaki mesaj için bile seyredilebilir. Sınırların boş, şiddetin çözümsüzlük olduğunu aktardığı mektubunda, ABD’nin giriş yasağı koyduğu ülkeleri pek güzel hatırlattı Ferhadi, sağolsun.
Şiddet konusuna gelecek olursak, ‘Satıcı’, şiddetin en umulmadık zamanda insanları nasıl ele geçirdiğini ve kişiliklerin buna nasıl karşılık verdiğini göstermesi anlamında son derece önemli mesajlara sahip. Üstelik bunu, o kadar evrensel bir dil ile aktarıyor ki, hemen hepimizi kendi içimize, kendi içimizdeki sınırlara çekiyor ve orada, kanımca, sorulması gereken en önemli soruyu soruyor bize:
‘Kendimizi ne kadar tanıyoruz?’
Filmdeki Rana ve Emad (Taraneh Alidoosti ve Shahab Hosseini müthiş bir oyunculuk sergiliyorlar) bu anlamda bizlere yol gösteriyorlar; beklenmedik bir şiddet karşısındaki savruluşları, ne kadar donanımlı, vicdanlı ve iyi kalpli olurlarsa olsunlar, yaşam karşısındaki tereddütleriyle buluşuyor ve tıpkı Arthur Miller’ın ‘Satıcının Ölümü’ndeki kahramanın, ölümüne göze aldığı yolda dımdızlak kaybedişi gibi kendi içlerinde kayboluyor, duygusal olarak çöküyor, azar azar ölüyorlar. 
Bu kaybediş, 21. yüzyılın insanının da kaybedişi aslında. Nereden ve nasıl geldiği asla belli olmayan şiddet girdaplarına, ‘bana bir şey olmaz’ kıvamında düşüşü ve hiç umulmadık bir biçimde o girdapların hakkaniyeti olmayan sınavlarına günbegün yenilişi, daha da üzüntü vereni ise bu yenilişe kendini feda ettiğini sanması.