Satranç

‘Bir anda iki oyuncu arasında yeni bir durum oluştu; tehlikeli bir gerilim, tutkulu bir nefret. Yeteneklerini birbirine karşı oyunlarıyla denemek isteyen iki rakip değillerdi artık, birbirlerini yok etmeye yeminli iki düşmandılar.’

***
Yukardaki satırlar hemen her zaman severek andığım ‘Satranç’ (Bilgi Yayınevi, çev. Aslı Candaş Schaeferdiek) adlı uzun öyküye ait. Stefan Zweig, bu öyküsünde bizleri New York’tan Buenos Aires’e giden bir gemi yolculuğuna çıkarıyor. Bu yolculuktaki karakterlerse bir dünya satranç şampiyonu, satranç tutkunu amatörler ve hayatında hiç gerçek taşlar ile satranç oynamamış, Gestapo’nun elinden zor bela kurtulmuş bir esir. Öykünün vurucu yanı ise satranç şampiyonu ile esirin arasında geçen oyun. Esirimiz olmazı başarıyor ve  şampiyonu yeniyor ama yenme dürtüsü o kadar üstünlük kazanıyor ki yeni bir oyun fikriyle insanın insanlıktan çıkabileceği o sınırı bir çırpıda geçiyor. Peki, satranç şampiyonu durur mu? Elbette o da rakibinden farksız durumda.
Zweig’ın ‘kralların oyunu, rastlantının her türlü zorbalığına karşı koyan ve zafer tacını yalnızca akla ve daha doğrusu zihinsel becerinin belli bir türüne veren tek oyun’ diye tabir ettiği satranç, ‘hem durmaksızın gelişen hem de kısır, tüm zamanlara ait tek oyun’ olarak karşımıza bir kez daha yaşamı, olduğu gibi seriveriyor.
Nasıl mı dersiniz?
Oyunla birlikte, insanı ele vermesiyle… Satranç öyküsü, kazanma güdüsüyle insanın ne hallere düşebileceğini göstermesi anlamında pek ibretlik. Baktığınızda iki rakibin de hayatında sayısız kayıp, çatlak, mağduriyet ve savrulma var. Belki de bu yüzden en basit bir satranç oyununda bile, bu kayıplar hemen karşılıklı alınması düşünülen bir intikama, öce, zıvanadan çıkmış bir hırsa, yenme tutkusunun sarhoşluğundaki zafiyetlere dönüşebiliyor.
Öyle ki amatör satranç severlerlerden biri dünün esiri ve bugünün zalimine, geçmişindeki yaraları hatırlatarak aşağıdaki şu sözleri söyleme ihtiyacını duyuyor:
“Yalnızca ‘hatırla’ dedim ve aynı anda elindeki yaraya dokundurdum onu. İtiraz etmeden bana uydu, gözleri cam gibi olmuş, kan kırmızısı ize takılmıştı.
‘Aman Tanrım’ diye fısıldadı rengi atmış dudaklarıyla, ‘saçma bir şey söyledim mi, yaptım mı?’
‘Hayır’ diye fısıldadım sakince. ‘Ama oyunu hemen bırakmalısınız, tam zamanı.’ ”
Bazen masadan kalkmayı bilmek gerekir. Bereket bizim oyuncumuz bunu yapma iradesine sahip. Yenme takıntısıyla bocalarken, düştüğü içler acısı durumu ona hatırlatan biri sayesinde kendi felaketini görebiliyor. Karşısındakini yok etme ve nefretle dolma halidir o. O felaketin, Gestapo’nun kendisine uyguladığı felaket senaryolarından hiçbir farkının olmadığını anlayabiliyor. Ve evet, masadan kalkıyor.
***
Bu öyküyü, son yaşadığımız havaalanı faciasının ardından hatırladım. Kafamdaki sorular birçoğunuzun kafasında dolanan sorular gibiydi:
Bu insanlar niçin öldü? Hangi hırsın, hangi gözü dünmüş tutkunun kurbanı oldular? Uluslararası basında ‘cihatçı otobanı’ diye anılan havaalanımız, sahi neden böylesi bir faciaya tanıklık etmiştir?
Ülke matemle kaplanmışken Osmangazi Köprüsü’nün açılışını Roma’nın Neron’u duygusuyla kutlayanlara ise özel bir rica ile bitirelim bugünkü yazıyı:
‘Oyunu hemen bırakmalısınız, tam zamanı.’