19/09/2016
‘Bizim ülkemiz sağır odalar gibi yapılandırılmıştır, yani ses geçirmeyecek şekilde. Duvarlarınız ses geçirmiyorsa, bitişiğinizde her tür işkence yapılır, insanlığın dışına çıkılır ve siz bir şey duymazsınız. Ta ki patlamalar başlayıncaya, kan ve can kayıpları her yere sıçrayıncaya kadar. Çoğu kez hakikate yaklaşmaya bunlar da yeterli olmaz, çünkü hakikat silinmiş, yerine hazır suçlama sözleri konulmuştur.’
Metis-Siyahbeyaz’dan çıkan ve Hakan Tahmaz’la birlikte hazırladıkları ‘Barış Açısını Savunmak’ adlı kitabın sunuşunda böyle söylüyor Necmiye Alpay. Kendisi, yaklaşık 20 gündür cezaevinde.
***
‘Ben kimsenin giydiğine karışmıyorsam kimse de giydiğime karışmasın’ diye bir açıklaması var Ayşegül Terzi’nin. Ayşegül Terzi, bayram günü sabahı, nöbetinden dönerken bindiği belediye otobüsünde giydiği şort yüzünden, hiç tanımadığı bir adam tarafından tekmeleniyor. Bu tekme sonrasında baygınlık geçiriyor ve otobüsten indiriliyor. Otobüste kimsenin karışmadığı bu olayda -bana dokunmayan bin yaşasın diye tanımlayabileceğimiz bu olayda- hastaneye nasıl getirildiğini hatırlamıyor Terzi.
Daha sonra yakalanan kişiye ailesi akıl hastası vb. diye sahip çıkıyor ve durumu bu şekilde kapatmaya çalışıyor. Eminim kapatacaklardır da. Bu ülkede hak, hukuk ve adalet dendi mi, ‘bunlar var mı ki?’ sorusu devreye girer. Bu ‘yoksunluk’ ise karşısındakine durduk yere tekme atanlara ve bunu sahte raporlarla geçiştirenlere yarar, vay gelsin işi kalem ve kağıtla olanların başına…
***
Neyse. Akıl hastalığı denince… 88 yaşında yaşamını yitiren Amerikan tiyatrosunun önde gelen yazarı Edward Albee, ‘The Zoo Story’ (Hayvanat Bahçesi) adlı yapıtında gerçek bir akıl hastasından bahseder bize. Toplumla bir türlü uzlaşamayan, dengeyi sağlayamayan bir uyumsuz vardır karşımızda. Albee’nin görkemli kaleminden biz okurlara süzülen bu kişinin derdi kendiyle ve en çok da toplumladır. Köşeye itilmişliğinin son isyan demlerini yaşar, ölüme adım adım yanaşırken, ‘beni siz delirttiniz’ noktasında ‘ben bir ot değilim’ diye çırpınır. İşte o zaman anlarız ki ot diye toplum normlarını oluşturanları kastetmektedir bizimkisi. Yaşamdan hiçbir halt anlamazken yaşam gurusu geçinenleri, milliyetçilik, ahlakçılık, din etiketiyle kendi firelerini örtenleri, yasa koyucu ciddi halleriyle onu norm dışı bırakanları, bu muhteşem zatların hakikate hükmederek normal tanımını nasıl koyduklarını ve bu tanımlanan normallik içerisinde nasıl riyakâr bir biçimde yaşadıklarını…
Peki yasa koyucular böyledir de ötekiler de mi böyledir? Hayır. Çoğunlukla hayır. Hayır ama… Onlar da sadece seyrederler.
***
Güçlü olmak nedir diye soracak olursanız o zaman Ahmet Altan’dan bir alıntı yapmak isterim. Babasının ölüm döşeğinde hissettiklerinden birkaç cümleyi hatırlamak, hatırlatmak:
‘Babamın başucunda duran Doktor Fatma, ağlayacağımdan ve beni ağlarken göreceğinden bir an korkup ‘güçlü olalım’ diye fısıldadı. Çocukluğum boyunca bana anlattığı hikâyelerle ‘acıyı taşımayı’ ve ‘güçlü olmayı’ öğreten bir adamın başucunda ağlamayacağımı, beni, babam için ağlarken kimsenin göremeyeceğini bilmiyordu.’