Şiddete şiddetle cevap vermenin yanılgısı

Zor günler bekliyor bu toplumu. 12 Mart’taki büyük buluşmadan sonra, zor günler. O buluşmanın bize göstereceği yönü takip edemezsek, sıkıntılı, çok daha sıkıntılı anlar. O buluşmadaki varoluşu, sessiz direnci, temkinli, vakur, özenli duruşu zora koşacak sancılı zamanlar.

Niye mi?

Derdim şiddet. Derdim fiziksel şiddet. Ancak bundan çok daha beteri, dile abanılarak, insanların içlerine düştüğü açmazı daha da derinleştirecek o kaba saba dilin yarattığı şiddet. Hiç kuşku yok ki egemenler diye tabir edeceğim o dili üretenlerin toplum üzerindeki baskısı devam ediyor. Edecek. Bir müddet daha edecek. Benimse tam da burada daha büyük bir endişem var: Bu uygulanan maço ve sürekli belden aşağı vuran küstah dile aynı şiddetle, neredeyse aynı frekansta cevap yetiştirme çabası.

Aşikâr ki o dili ürettiğiniz zaman, iktidar dilini de yeniden üretmiş oluyorsunuz. Özellikle kanaat önderi konumundaki kişilerin, ekranlardan, köşelerinden bu dili sürekli üretmek adına topluma verdikleri ‘gaz’, bu toplumun kolluk güçlerinin aldıkları o haşin emir gereği masum insanların tepesine boşalttığı orantısız biber gazından çok da farklılık göstermiyor. Uzun vadede derin, onarılmaz yaralar açıyor. Oysa şu çok net olarak bilinmeli: Bu dil olsa olsa tahakküm edenin dilidir. Bu dil neredeyse ‘yasal’ hâle getirilmiş faşist bir dildir. Tüm bunlardan özgürleşebilmenin esası ise, bu dili tümden bertaraf etme çabası ve cesaretidir.

Yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz hep bu olmadı mı? Bu dilin sertliğiyle başladı hemen her şey. Sonra kayıplar geldi. Gençlerin birbirine düşmesi ve ardından kıyımlar, yıkım, ateş…

Egemenin diliyle egemen olanı bertaraf edemez, sadece yeni egemenler yaratırsınız. Zira, bu öyle bir denklemdir ki, bir süre sonra karşı olduğunuz ne varsa onun reflekslerini üretmeye başlarsınız. Mağdur olmakla muktedir olmak arasındaki farkı, bizzat ellerinizle yok edersiniz. Geriye ise kala kala ne mi kalır? Üretilecek yeni iktidarlar ve bu iktidarların yeni mağdurları. Ve elbette yeni intikamlar.

Öyleyse ne yapacağız?

Bu şiddet sarmalını kırmanın yolu, öncelikle şiddet dilinin aramızda yaşamasına engel olabilmekten geçiyor. Aranılan özgürlük, eşit haklarsa gerçekten özgürlüğün dili aranmalı. Muktedir olanın dilini aynen üretiyor; küfre, hakarete, şiddete yaslanıyorsanız özgürlüğünüzü de tümden feda etmeyi göze alıyorsunuz demektir. Sonra gelsin kayıplar… Maalesef denklem bu kadar basit.

Bu noktada evladımız Berkin Elvan’ın cenazesinin hemen ardından yitirdiğimiz gencimiz Burak Can Karamanoğlu’nun ailesinin gösterdiği olgunluğa teşekkürü bir borç biliyorum. Başları sağolsun. Sanal âlemde klavye oynatanların onlardan öğrenmesi gereken çok şey var. Hangi görüşe sahip olursa olsun bu ülkenin gençleri hepimizin gençleridir ve yaşam herkes için kutsaldır. Bu yalın gerçeği hâlâ anlayamıyorsak tümden çaresiz kaldık demektir.

Kısaca, yaşamı işaret eden, çocuklarını, gençlerini buluşturabilen, kutuplaşmayı engelleyen bir dilden söz ediyorum. Yani gerçekten cesur bir dilden bahsediyorum. Öfkeden ve nefretten beslenmeyen bir dil bu. Cesaretin barışı istemek olduğunu bilen, dikkatli, özenli, özgüvenini hoşgörüsünden alan, karşıdakini duyabilen bir dil. Bu dilden korkmamalıyız. Zira küfürleşmek, silaha sarılmak, kürsülerden ya da ekranlardan sert nutuklar atmak en kolayı ve en vasatı; zor olanı ise birlikte yaşamayı anlatan, yaraları sarmayı aklına koymuş bu dili öğrenmek… Ve elbette egemenin istediği, arşa değen ayrımcılıklarla oluşabilecek o ‘iç savaş’ dili oyununa gelmemek.

Ne dersiniz? Gerçekten zor olana, uzun soluklu, cesaret, sabır ve özveri gerektirene var mısınız?