Sigortalar ve Gevşeyen Vidalar

Bir gazete sayfasında iki fotoğraf vardır ve bu iki fotoğraftan birinde beyaz, kaslı, teni güneşte bronzlaşmış bir erkek görürsünüz, gülümseyen bir halde şezlongunun içine gömülmüş. Diğer fotoğrafta ise kara kuru bir kadın vardır, siyah, üstündeki giysiler pıyrım pıyrım, ağlamaktadır. Fotoğrafın devamını göremediğiniz için o yaşlı gözlerin kasırga bölgesini incelemeye gelen 1.77 boyundaki Bush’a değil “gerçek yeryüzü adaletini” sorguladığı başka bir yerlere çevrili olduğunu düşünürsünüz. Oysa o gerçek yeryüzü adaleti gökte değil yeryüzündedir ve “sigorta” başlığı altında  insanlara sunulmuştur. Denir ki: Kasırgada sigortası olanlar kurtuldu ve tatil yapıyorlar şimdi, sigortası olmayanlar ise ekmek-can derdinde… Fotoğrafın okuması çok nettir aslında: Sigorta korur -korunması koşullu olanları. Hangi insanlara sigorta yardım eder? Zaten parası ve hayata fake atarak doğmuş olanlara.

Güzel. 

Bu noktada çok da savrulmamak gerekiyor. Aşırı duygusal olmamak yani. Dünyada tröstleşmiş bir yapıya “sen kimin haklarını korursun ki!” diye sormak, Verheugen’e “ya sev ya terk et” tarzında bir  ültimatom vermek gibi bir şeydir çünkü. Ama bu, şu yargıya varmamıza da engel olmamalı: Dışarda kalanın canı çıksın, öyle değil mi? (Bunu asık suratlı bir “bişiy”e sorduğunuzu farzedin, o da size mantık silsileli cevaplar versin, sizi ve karşılığındaki cevaplarınızı ezici. İşte o nokta gevşetme işleminin başladığı yerdir!)

-Yok canım, neye itirazım olabilir ki? Ben kendi halinde biriyim.

-Haklısınız ben de sigortalıyım. Yıllardır. Güvence çok önemli. Sistemin korunması çok ama çok önemli.

-Sigortasız olur mu canım, aaa daha neler?

-Hayır ne münasebet, kimseyi suçlamak mı, haddim değil haddim! Kapitalizm ruhumuza sinmiştir. Minnet borcumuzun adıdır.

-Elbette haklısınız. Şeyy, öylesine güven veriyorsunuz ki, size amca diyebilir miyim babacığım???

***

Bu hal Şemsettin halidir. Geriye kalan tek direnme noktası, kısacası hayat güvencemiz!

Bu hal “ne olacak bizim bu AB” halimizden, deprem senaryolarına, İsmail Cem’in Deniz Baykal’ın danışmanı olmasından “herşeyin başı cehalet” diskuruna kadarki o uzun ve çetrefil yolda kendini çeşit çeşit, renk renk bezeyebilir.

Bu hal o haldir, tozutmaya ramak kala, tozutmaktan biraz önce. Vida gevşetme hali… Şemsettin hali. Bu hali üstlenmiş bir sima. Vidaları gevşetmiş bir Şemsettin. Kimdir o sahi? Belki ilkokul günlerinden çilli bir oğlan yüzü, tokalaşılan bir müdür yardımcısı lacivert takım elbiseli ya da bir fatura kuyruğunda -yani hayatlarımızda daha online, şu, bu yokken- gişedeki görevliye birlikte sitem edip durduğunuz biri. Bulanık bir hayal, uzak bir hayat tecrübesi gibi. Ama o çarpıcı nakaratın biricik adresi olması bakımından huniyle ya da hunisiz, komformist ya da en has devrimci, en kârlı işlerin en ciddi insanı ya da ruhu şizofreninin uçsuz seraplarında gezinen biridir o sanki. Ne olursa olsun vidaları gevşetebilen ve bundan gocunmayacak biri. Bu yüzden tüm Şemsettinleri saygıyla anmamıza yol açan o esrik dünyalılık hali; o hali yeryüzünde taşıyabilme seçeneği vidaları mor ötesi ışınla bile yerinden oynamayan sağduyulularla birlikte -ya da onlara karşı. Hani öyle bir nokta vardır; ya vidaların atacak, vidasız kalacaksın maazallah, ya da dimdik çakı gibi herkesin gıpta ettiği “bişiy” olacaksın.

Yok yok, Şemsettin ve vida ilişkisi aslında şöyle gelişir: Bişiy olmanın dayanılmaz kudretiyle birlikte o halin keyfini çıkaranlarla hiç uğraşmaksızın trrıık diye kafandaki vidaları usulca gevşetirsin ve bunu sadece sen bilirsin, sen ve kafandaki Şemsettin halin. Gerisini  ise önemli işlerin önemli ve şık  insanlarına bırakırsın.