Simli Çoraplar

10 mülteciyi kabul etmeyen, bunun yerine 300 bin dolar cezayı tercih eden zenginden de zengin bir İsviçre köyünden haberi yoktu.

Varsa yoksa ördüğü çoraplar vardı; simli yünden. Üç çift örse üç çocuğunun karnını, en azından iki-üç gün doyurabilirdi. Ramazan’dan önce bitirmeliydi onları. İki geceyi uyumadan devirdi ve bitirdi de. Kırmızı, siyah, mavi simli kışlık çoraplar. Herkesin sevebileceği cinstendi.
Bir de elbette çiftleri birbirine uymayan, paketlenme usulü bunu ele vermeyen, şık mağazalardakini hatırlatan fabrika işi, fabrika bozuğu çoraplar vardı. Çiftlerden biri büyük biri küçük çıkardı; topuklarında delikler olurdu bazen. Yok yok, umudu onlardan yana değildi. Doğrusu simli çoraplarına çok güveniyordu. Onu alan diğerlerini de alırdı.
O gün büyük bir umutla siyah, keçeyi andıran iri tozlu torbasına 38-42 numaralı çorapları tıkamış, bir gün önceki beti benzi atmış haline bakmaksızın yollara düşmüştü. Simlileri az kalsın unutuyorken küçük kızı her zamanki gibi dizlerine sarılmıştı. Kızın beni de götür saçları arasından yoksul divanda yayılıp gitmiş simli çorapları o zaman görmüş, şükretmişti.
Öğlene doğru vardığı şehir merkezlerinden birinde komşusunun ısrarla tavsiye ettiği bir pastaneye daldı. ‘Orada Yılmaz’ı bul’ demişti taze. Buldu. Komşusunun Yılmaz’ı da, ona, ‘usulca aralarda dolaş özellikle bu simlileri mutlaka satacak birilerini bulursun’ dedi. Dediğine göre pastane ekibi ona ve onun gibilere alışkındı, onun gibiler de pastaneye. Bir müşteri gibi değil elbette, bir yama gibi. Bu son cümleyi Yılmaz değil kalbi söyledi.
Pastanenin dev bir çınara yaslanan loşluğunda orta yaşlı rehavet dolu ve daha rehavet dolu daha yaşlı kadınlar, düşünceli düşünceli memleketin halini tartışıyor, gençten kızlar, gençten oğlanlarla sigara tüttürüyor, yaşlı erkekler ülkenin karanlık geleceğini tartışan haberlerin ciddi gazetelerini okuyor, çaylar kahveleri kovalıyordu. Kimi masalarda da öğle yemeği faslına geçilmişti. Ravioliler, ragulu lazanyalar, muskat cevizli olanları, kokular, aromalar. Baş döndürücüydü hepsi.
Kadın, hepsinin rayihası arasından kendine eğreti bir yol çizerek ilerlemeye çalıştı. Kimi kez siyah torbasıyla masalara takıldı, kimi kez de masalar ona. Utandı, sıkıldı ama aldırmamaya çalıştı. Uzun pardösüsü içerisinde terden bir mumyaydı. Gözlerinin yeşil feri epeydir sönmüştü ve bu yeşili hayati noktanın ötesine taşıyacak bir kader çizgisi yakın gelecekte ve ufukta gözükmüyordu. Dünden beri kursağına bir tek lokma girmemişti ama gururu, bu pastanenin içerisinde elinde o hantal torbayla yarı ölü bir halde dolaşırken herhangi bir şey söylemesine engel oluyordu. 
Masalara kısık sesiyle ‘simli çorap’ diye üflüyordu, o kadar. Masalarda oturanlar bir anlığına ona ve torbasına, hatta bir elinde parıldayıp durana bakıyor sonra yarım bıraktıkları memleket meselelerine geri dönüyorlardı. Dünya çok umursamaz, memleketse kendi havasındaydı. Kimine göre birleşmeli, kimine göre örgütlenmeli, kimine göreyse ayaklanmalıydı.
Ve derken kadın bir şey fark etti.
Kocaman torbasına, mumya bedenini saran o kocaman pardösüye, yavaş yavaş ısınmaya başlayan havayla bedenine işleyen rutubete, o rutubetin yoksulluk kokusuyla kendini havaya bırakmasına ve o havada asılı kalana rağmen, kadını gören kimsecikler yoktu. Sudan düşünceler gibiydi kadının varlığı. O varlığa eşlik eden, hatta bu varlığı bir anlığına görünür kılan tek bir es vardı. Simli çoraplar. Onlar da mevsim için geç kalmışlardı.