Sınırlar ve alışkanlıklar

Hırvat kökenli Alman bir yazar arkadaşımın ‘Türkiye’ye neler oluyor?’ sorusuyla haşır neşir kafam.  ‘Haydi kahve ısmarlayayım sana!’ diyorum.
Kahveleri içerken ‘Türkiye’ye bir şey olduğu yok, aynı tas aynı hamam’ dediğimde bile içimi bir hüzün kaplıyor.
Ortak bir anlamı yitirmiş bir dünyanın içinde yaşamak durumunda olduğumuzu o da, ben de biliyoruz aslında. Sorunun temelde  bu olduğunu.  Umutlar olarak ayrıştırılmış bir gezegenin içerisinde rutubetli, ıslanmış kağıt parçalarımızı bir araya getirerek ‘yeni bir dünya mümkündür’ noktasında hayaller kurarak beklediğimizi. Katledilen doğanın yerini alan dev binalar oramızda buramızda yükseledursun insana özgü yaratımın (buna yaratmanın her türlüsünü katıyorum) neredeyse bir hiç noktasına indirgendiği o yerde durduğumuzu. Ve yazmaktan başka elimizden pek de bir şey gelmediğini.
Yine de hayallerin insanlarıyız. Benim elimde arada sırada açıp okuduğum Zelda Fitzgerald’ın Romanı adlı kitap. Güzel kahkahaların güzel kadını Deniz Yüce Başarır’ın Haruki Murakami’nin son romanıyla gönderdiği, yaşam kokan, özellikle de kadınları zinde kılan bir kitap bu. Sırf bu yüzden bile ayrı bir değeri var. O romandan bir bölüm paylaşıyorum yazar arkadaşımla:
‘Ona zebralar, filler, zürafalar ve aslanlar çiziyor, onlarla ilgili uyduruk hikâyeler anlatıyordum.’
On yıl öncesi
Vasat bir pasaport kontrolü ve küçük bir bagaj yoklamasının ardından küçücük bir Avrupa ülkesinden başka bir Avrupa ülkesine uçacağımız havaalanında resmen dinleniyoruz. Hırvat kökenli Alman meslektaşımdan, çok değil, bundan on yıl kadar öncesinde Türkiye’nin bölgedeki yükselişini nasıl bir heyecanla karşıladığını dinliyorum. Hiç haksız sayılmaz. Avrupa Birliği fikrinin Türkiye’ye getirdiği o heyecanı hatırlıyorum… O da benzer şeyler söylüyor ve bu durumun aralarında çok değişik bir umut yarattığından bahsediyor. Çingene asıllı kayınpederinin bile beklentilerinin nasıl farklılaştığına değiniyor.  İslam olanla İslam olmayan dünya arasında böyle bir köprüye ne kadar da ihtiyacı olduğundan dünyanın… ‘Türkiye bunun için bir emsaldi’ diyor. Doğanın katledilmesini durdurmaya yetmese de, insanlık için bunun ne kadar önemli bir umudu taşıdığından bahsediyor ısrarla…
‘Peki sonra ne oldu?’ diye soruyor, hâlâ heyecanlı.
Gözlerimi kahveme dikerek ‘sonrası malum’ diyorum. ‘Zaten hep kaçırdığımız treni hep birlikte bir kez daha kaçırmış olduk, ne olacak!’ Gülüyorum ama başta belirttiğim hüzün devam ediyor: ‘Avrupa Birliği için ayrılan bütçenin nereye akıtıldığı üç aşağı beş yukarı ortaya çıktı… Önümüze çizilen bir hayal vardı; zebralar, filler, zürafalar ve aslanlar… Meğer bunların hepsi birer kuyruklu yalandan ibaretmiş.’
Bu sefer ikimiz de buruk buruk gülüyoruz. Dünyanın ortak kaderi bu dercesine; ‘keşke böyle olmasaydı’ diyerek.
Sonra başka konular giriyor araya. Uçağa binip gidiyoruz. Başka bir Avrupa ülkesine girmeme rağmen hiçbir kontrol yapılmaksızın kayıp gidiyorum yeni şehre. Türkiye’nin çoktan hak ettiği bu sınırsızlığı, bu sınırsızlığın ülkeye ve coğrafyaya getirebileceği ufku, bir kez daha sırf kendi çıkarları uğruna toprağa gömenleri anıp durarak. Sınırsızlık yerine Türkiye’nin sırtına yeni, savaş dolu, kirli sınırları ‘zebralar, filler, zürafalar ve aslanlar’ diye yeniden yükleyenleri düşünüyorum. Boşa harcadığımız bunca zamana nasıl hayıflanıyorum bir bilseniz!
Buralardan ceplerine para akıtacaklara, ‘itibar’ kazanacaklara, yeni ‘şöhretlere’ kanat açacaklara ise sözün bittiği noktadayım.