Soru

Günlerden bir pazardı. Adına kum fırtınası mı desek, yoksa seçimler mi; ülkenin gri gökkuşağının içinden geçtiği bir tatil günüydü. O gün ülkenin çocukları büyükler tarafından ‘n’olamaz’ meselesi haline getirilen bir sınava giriyordu: SBS, yani Seviye Belirleme Sınavı. Bir ülkenin çocuklarına çektirmemesi gereken bir durumdu bu. Ama ülkenin huyundan mı suyundan mı, incir çekirdeğini doldurmayan mevzular paso tavan yapar, gençler ve çocukların ruh sağlığı gibi asla es geçilmemesi gereken, şeytanın MBA yaptığı ayrıntılı konularsa sumen altı ediliverirdi.

H.M.M. (Bildiniz elbette: Hayat Memat Meselesi) İlköğretim Okulu da bu sınavların yapıldığı okullardan biriydi. Boğaz’ın tepesinde, havadar bir yerde. Okul idaresinin ‘Sevgili veliler oturaklara (banklar) oturmuşsunuz ama sınav başlamak üzere, ayıp oluyooo, hadi…’ mesajıyla somutlanan sınavda her şey yolunda görünüyordu. çocuklar yaralı kuşlar gibi sınav odalarına yürüyüp gittiler. Haliyle kimlik kontrolleri yapıldı, şu bu. ‘Başla bakayım’ ziliyle sınav başladı. Türkçe, fen, matematik… Sorular su gibi akıyordu şıklarla birlikte. Pembe cevap anahtarı siyah noktalarla hızla kirleniyor, arada sarı bir kafadan düşen çocuk teriyle gevşeyip pörsüyordu.

Her şey sosyal bilgiler bölümüne kadar pek makuldü. Ta ki o tuhaf soruya kadar. Bu bir müfredat sorusu değildi. üstelik şıkları da yoktu! Siyah puntolar halinde soru kitapçığının en kalantor yerini işgal etmiş, kalp ağrısı gibi yan gelip yatmıştı. Kısacık bir soru. çalımlı, kendine güvenen. Orada durmuş, sınava meydan okuyordu: ‘Söyleyin bakalım gençler, ülkede karışıklık çıkarsa ne yapılır?’

Hayat Memat Meselesi İlköğretim Okulu’nda sınava giren bütün çocuklar, o gün, istisnasız, o sorunun peşinden gitmek ihtiyacını duydu. Zira onlara verilen test eğitimi hiçbir soruyu şık biçiminde sallamamaları üzerinde yoğunlaşıyordu. Ama sallamamaları için bile sorunun gerçek bir soru düzeneğinde sorulması gerekiyordu. Oysa bu soruda şık yoktu. Bir hile vardı ortada, ama çocuklar bunu anlayabilecek halde değildiler. Hepsinin nabzı gümbedegüm diye atmaya, ellerini saran ter buğulanıp durmaya devam ediyordu. Yapılabilecek tek şey kalmıştı geriye.

Ağlamak!

Başladılar hüngür hüngür ağlamaya. Bildiğiniz gibi gözyaşları aslında yaşamın ırmaklarıdır! Ve çocuk kalpleri bu kristalli anlam için bire birdir.

Bu soru yüzünden o kadar çok çocuk o kadar çok ağladı, o kadar çok gözyaşı döktü ki, kendiliğinden bir gözyaşı deresi oluşuverdi. önce incecik bir su, sonra yatağını usul usul derinleştiren bir dereydi bu. Ve bu çığıltılı dere o kadar kendiliğinden, o kadar tesadüfi bir biçimde çocuklarla birlikte, sınıflardan koridorlara, koridorlardan okul bahçesine, Hayat Memat Meselesi’nin taşlı ve oturaklı bahçesinden, tozlu ve asfalt okul yoluna, okul yolundan aşağıdaki caddeye, oradan da paldır küldür Boğaz’a doğru öyle bir çırpınarak akmaya başladı ki, o anda bu arbedeye değil Milli Eğitim’in, evrenin bile dur diyecek gücü yoktu. Dahası da var. Bu soru sadece H.M.M Okulu’nda değil çevredeki okullarda sınava giren bütün çocukları da ağlatmaya yetmişti.

Sonra dere, ırmak oldu. Aktı gitti yokuşlardan aşağıya. Caddeler caddeleri kovaladı. Suya karışan çocuklar çok korkuyorlardı ama dedik ya her şey kendiliğinden gelişmişti.

Derken o şakacı ırmak, kendini helak etmiş bir biçimde bir sokağa saptı: Deniz Sefası. Bu sokak semtin en işlek caddesi ile Boğaz arasındaki son engeldi. Olan oldu, ırmağa karışan bütün çocuklar hoop diye denize döküldüler. Bir yandan şunu söylüyorlardı kendi kendilerine: ‘Denize dökülüyoruz ne güzel, hani denize sadece düşman dökülürdü!’

Bütün İstanbul denizdeydi. Bütün çocuklar. Sınav yarım kalmıştı. Soru cevaplanmamıştı. Gelecek belirsiz kalmıştı! Eyvahlar olsun. Evrenin gözleriyle onları izleyen yaşlı adamdansa haberleri yoktu.

(Yaşlı adam ve gözleri ise, bir sonraki

yazıda.)