Taşlar yerine oturdu mu?

Başbakan’ın balkon konuşmasına yetişemedim.

Sandıklar açılmadan önce yurdu bırakıp gitmek durumundaydım. İstikamet, Hırvatistan, Split’ti. Doğu Avrupa ve Türkiye’yi içine alan bir kültür programı çerçevesinde bir ay boyunca sizlere, kadim taşlarla işlenmiş bir cennetten, Split’ten yazacağım. Bölgedeki 30 yazarı içine alan bir proje bu. Adı Traduki. öncelikle kültürlerarası diyaloğun gelişmesi, büyümesi amacını taşıyor. Bu işi asıl kotaran kurum Split’teki Kurs. Tıpkı Kurs’un varlığı gibi Traduki de Hırvat yazar Edi Matic’in kişisel çabalarıyla can bulan bir proje. Küçücük bir ülkenin bu anlamlı projeyi üstlenmesi insanı heyecanlandırıyor.

Hırvatistan’a iltifat edip dururken Edi gülmeye başlıyor, ‘Aslında işler dışardan göründüğü gibi değil’ diyor. Split gibi bir yerde, yani herkesin kentin göbeğinden denize girebildiği, kendi halinde, yaşama saygılı insanların yaşadığı bir diyarda bile politika sorun olmaya devam ediyormuş. ‘Sorun işlerin işleyişinde değil, işlerken hemen her şeyin sadece belli etkenler etrafında anlaşılmak istenmesinde’ diyor. Split’in belediye başkanı bir işadamıymış. Bütün yazarları ‘para kazanamayan şairler’ olarak gören, hemen her yazara kitabından kaç para kazandığını soran, cevabı duyunca hayretlere düşüp olayı kâr ve  zarar hanesiyle ölçmeye çalışan bir zatmış kendileri. Hatta Split’in en güzel yerindeki tarihi müzede açılan Dali sergisini gezmeye geldiğinde şöyle bir olay yaşanmış. Başkan tabloların önünde gezerken bir yerde durup ‘Ne kadar ilginç bir çalışma!’ demiş. Müze görevlileri hemen devreye girip ‘Efendim orası merdiven boşluğuna açılan kapı,’ demişler.

‘Böyle fıkralar, şehir efsaneleri vardır,’ diyorum kahkahalarla gülerken.

‘Yok yok,’ diyor Edi. ‘Bu fıkra değil, gerçek.’ Belediye başkanı antik tüm binaları turizm ofislerine, nakliye şirketlerine yüklü bir paraya devretmek istiyormuş. Amaç belliymiş: Ekonomi kazansın, güçlü bir Split, güçlü bir Hırvatistan olsun!

Bu sözler de çok tanıdık geliyor elbette…

‘Hiç değilse insanlar kitap yazdı diye hapse atılmıyor,’ diyorum.

‘Yok yok, o kadar değil’ diyor Hırvat yazar.

Aşağı yukarı o sırada öğreniyorum Türkiye’deki son durumu. CNN, AKP’nin büyük başarısı diye geçiyor haberi.

Daha sonra da balkon konuşmasının yorumlarını okuyorum. Başbakan’ın sözlerinin merhamet yüklü olduğuna dair yorumlar bunlar. Buna seviniyorum. Seçimlerdeki o dilin hafiflemesine. Ve Edi’den ayrılıp taşların kentinde yürürken başlıyorum düşünmeye.

Merhamet elbette çok önemli. Ama siyasi dilde farklı bir karşılığı olduğu da kesin. Bundan sonraki zamanlarda Türkiye’de merhamete mi yoksa demokrasiye mi ihtiyacımız var?

Merhamet içinde acıma hissini barındırmaz mı, yani fazlasıyla öznel değil midir? Oysa demokrasi fikrinde hemen herkese karşı aynı mesafede durabilmek ve nesnel kalabilmek esastır, öyle değil mi?

Birilerinden merhamet dileriz. Ama o dileme eyleminde bile bir hiyerarşi vardır. Demokrasi ise zaten bizim olan hakların yaşamdaki dolaşımı değil midir? Herhangi bir şeyin dilenmesi, bizlere lütuf olarak sunulması gerekmez, o zaten oradadır, bizimdir. Protesto etme hakkı, aynı fikirde olmama özgürlüğü ve farklı düşünebilme güvencesinde yaşayabilme iradesi…

Yeni dönemde, siyasette, merhametin dilini değil, demokrasinin varlığını konuşmak durumundayız. Mümkünse ikisi birlikte olsun. Ama demokrasi mutlaka olsun! Taşlar yerine oturacaksa böyle otursun.