23/01/2017
Televizyon ekranı son yirmi gündür, gündemin tek adam tartışmalarına kendince son verircesine (belki de mesaj farklıdır, bilemiyorum) karşımıza onu çıkarıverdi: James Bond. 007 adıyla tanıdığımız, kimileri için Sean Connery ile özdeşleşmiş bu karakter, şimdilerde Daniel Craig’in çılgın aksiyonu eşliğinde bizlerle buluşuyor. ABD başkanlarından, mesafeli İngiltere tahtına, gelmiş geçmiş casus filmlerinin en çok izlenileni ve hakkında en çok konuşulanı olan 007, hiç kuşku yok ki yapımcıları, yönetmenleri ve yakışıklı başrol oyuncuları kadar, işin gerçek yaratıcısı yazar ve gazeteci Ian Fleming’i yeniden düşünmemize yol açıyor.
Geleneksel grip ayından geçerken bir grip mağduru olarak televizyon ekranına beni bambaşka duygularla kilitleyen James Bond, bende merak uyandırmakla kalmadı, aynı zamanda elimdeki kitabın (Umberto Eco; Edebiyata Dair, Can Yayınları, çev. Betül Parlak) sayfalarını farklı bir gözle takip etmeme de yol açtı. Eco’nun ‘Uzam Sözcüklerle Nasıl temsil Edilir?’ sorusunu incelikle tartıştığı, işin içine sözcüklerin kullanış ve sıralanış biçimini kattığı denemesini, Bond’un yaratıcısı İngiliz yazar Ian Fleming üzerinden düşünmeye çalıştım.
Fleming 1964 yılında hayata veda ettiğinde, geride on iki casus kitabı ve yine casuslarla ilgili iki öykü dosyası bırakmıştı. Bugün bu kitapların hepsinin filme çekildiğini; dahası öykülerden yola çıkarak bir sürü senaryonun da yazıldığını biliyoruz. Yeni öyküler yazılsa da hemen hepsinin Fleming’in ışığıyla kendine yol açtığı aşikâr.
Bu noktada sormak istediğim soru ise belli: Acaba Fleming yaşasa ve onca yılın üzerine 2017’de geçen bir 007 romanı yazsa neyi anlatırdı bize? Öyle ya, 60’lardan bu yana köprülerin altından çok sular aktı; dahası keskin Sean Connery’den kibarım Roger Moore’a geçerken yapımcıların izlediği ‘soğuk savaşın sonu’ mantığı, bugün, yaşadıklarımız düşünüldüğünde artık acımasız ve keskin bir Bond’la burun buruna bırakıyor bizi. Terörün, ‘terör her yerde’ mantığı çok gerçekçi biçimde yansıtılıyor kurguya. ‘Bütün acımasızlığıyla şiddet her yerde’ gerçeği ise gişe hasılatını patlatmaya devam ediyor. Ancak benim cephemde, yine de, Fleming’in onca zamandan sonra bugün oturup yazsaydı ne yazacağı sorusunun cevabı değil bunlar. Daha ilk kitabı olan Casino Royale’de (50’li yıllar) bizi tuhaf bir dehşetin içine sürükleyen bu yazarın, 21. yüzyıl dünyasında, örneğin IŞİD’le kurabileceği bağı ve biz insanları (en azından medeni Batılıları ve elbette İngilizleri!) bundan kurtaracak 007’nin mizacını, kimliğini ve mücadele biçimini nasıl şekillendirebileceğini gerçekten merak ediyorum. Hangi metaforlar ve canlandırma aygıtlarıyla kurgusunu bütünleştireceğini, bunu sözcüklere nasıl yansıtacağını, uzamı zamana nasıl bağlayacağını vb. Satırlarında aradaki elli yılı nasıl aktaracağı ve yazdıkları perdeye yansırken bu kadar görsel aksiyona gerçekten yer (ve kuşkusuz izin de) verip vermeyeceğini de.
Benden söylemesi… Belki de son Bond filmlerinde İngiliz İstihbaratı’nın başına geçen ‘bir kadına’ referans vermesi için karşımıza çıkan kadim Judi Dench’e, kim bilir, romanda, Ortadoğu’da doğmuş, İngiltere’de büyümüş bir kadının eşlik etmesi an meselesi olabilirdi!
Peki ya James Bond kızları? Ooo, bu konu çok su kaldırdığı için bambaşka bir seri başlatabilirdi yapımcılar.