Uludere ve ekran

‘28.12.2011 günü Saat 16.00’da 40-50 kişilik bir grupla birlikte mazot ve gıda maddesi getirmek üzere yine bu sayıda katırla beraber sınırın Irak tarafına geçtik. Karakola özellikle bir bilgilendirme yapmadık ancak gidip geldiğimizi zaten biliyorlardı. Amacımız şeker ve mazot getirmekti.’

Olaydan sağ kurtulan 19 yaşındaki bir yaralı.

***

Türkiye, televizyon ekranlarında 35 insanın kaybını tartışıyor. Kanaatimce 3-5 yıl sonrasına dair çok önemli ipuçları taşıyacak izleri de bırakarak tartışıyor bu konuyu. Aslında televizyon ekranları bunu yıllardır yapıyor. O ya da bu şekilde. Eğlence programlarında oluşturulan şablonun başka bir versiyonuyla.

İzleyiciyi düşündürmek yerine suç ortağı yapmak ve belki de bu sayede kamu vicdanını rahatlatmak istiyor ekran. Kamu vicdanını kendisinin yarattığının da bilincinde elbette! Tercihler çoktan yapılmış yapılmasına da insanın aklına o soru geliyor kaçınılmaz olarak. Böylesi hassas bir konuda (bile) tercihler mi temel olmalı yoksa televizyon haberciliğindeki etik mi? Görebildiğim kadarıyla yine tercihler devrede. İzleyicinin kendi gibi olmayanı rahat koltuklarında izlerken o etikle birlikte düşünmesini istemiyor televizyon, televizyondaki ses. Televizyon tarafından oluşturulan o halenin içinden izleyiciye seslenen sesin tercihi bu. ‘Nasıl olsa o sen değilsin!’ diye öncelikle onu rahatlatan, ardından ekrandaki ötekileştirilmiş olanı -ya da olanları- kendi çizdiği çerçevede seyirciye yargılatan bir ses.

Ekrandan seslenenlere bakıyorum. ‘35 kişinin hiç mi suçu yoktu?’ gibi laflar dönüyor ortalıkta. Sanki 35 kişi çiçek toplarken suçüstü yakalanmış ve şimdi evlerinde dinleniyorlarmış duygusunu seyircilere vererek konuşmalarına devam ediyor insanlar. Ya da 35 tane, ne bileyim, sinek avlanmış. Böyle bir eda var ortalıkta. ‘Ne yani kaçakçılığa göz mü yumalım?’ diye soranlar var. 35 kişi ölmemiş sanki. Ya da ‘35 kişinin ne önemi var ki onlar zaten kaçakçıydı! Tabutlara sarılan bayrağa da dikkat edelim…’ Tavır bu.

Peki biz vicdanımızı neyle parlatacağız? (Eğer vicdan bir mutfak deterjanının adı olmamışsa.) İzleyeciye kala kala tek bir seçim kalıyor. ‘Zaten’ diye başlayan bir yargılama sistemi. Bu çarpık yargılama kapsamında, olayların içinde büyüdüğü ekonomik, kültürel ve siyasal dokuyu anlamalarına asla izin verilmiyor izleyenlerin. Anlamak ne kelime, düşünmelerine bile izin verilmiyor! Sanki şundan ürküyor ekran: Ya izleyici izlediği tüm bu olup bitenlerde kendinin de payının olduğunu anlarsa ne olacak? Ya izlediğini değil ekrandaki etik yoksunluğunu suçlarsa ne olacak? Kısaca, ya izleyici izlediği olaylar hakkında kendisi olarak düşünmeye başlarsa ne olacak? örneğin ‘bu insanlar durup dururken mi kaçakçı olmuştur?’ diye sormaya başlarsa izleyici, ne yapacak ekran? Ya daha da kötüsü olursa, kısaca izleyici kendisini izlediğinin yerine koyarsa o zaman ne yapacak ekran?

Hayır. Ekranın istediği izleyici tipi bu değil. O izlediğine yabancılaşan, yabancılaştıkça siyasi duruşunu öteleyen ya da hep ötekini suçlayarak kendini ifade eden (ya da koltuğunda uyuklayarak arındığını düşünen) kişi olmaya mahkumdur ekran nezdinde. Kim bilir belki böylesi herkes için en iyi olanıdır! Diğerlerinin yaşamını bu tür bir izleyişle yargılamak, hatta suç ortağı olmak gerçekte olup bitenlere karşı belli bir sorumluluk üstlenmekten her zaman daha kolay ve anlaşılır olandır çünkü. Ve bu iş böyle devam eder. üstelik karşılıklı olarak. Sekmeden. Türkler Kürtleri, Kürtler Türkleri hedefe kor, suçlar suçlar suçlar. Arada gençler heba olur. Onlar ya askerdir, ya kaçakçı ya da PKK’lı. Ya şu ya bu. Ama nedense tüm bu gençlerin öncelikle insan olduğu ve en az bizim kadar yaşama haklarının olduğu pek de aklımıza gelmez. Onların da bizim gibi uzuvları olduğu, tercihlerinin olabileceği, çocuklukları, sevdikleri şarkılar, kızdıkları, nefret ettikleri, tuttukları futbol takımları, söz verdikleri, unuttukları, kahkahaları… Geride bıraktıkları yakınlarının, analarının babalarının kulaklarında çınlayan kahkahalarının sesi.

***

Türkiye Uludere’yi kendi tuhaf yöntemleriyle tartışırken özel bir araştırma şirketinin yaptığı ‘2011’in ENLERİ’ anketinin sonucu açıklandı. Araştırmanın sonucunda Türkiye’de en çok kazananlar arasında AKP başı çekiyor. Ardından başbakan geliyor ve üçüncü sırada ise Türkiye’nin eğlence dünyasına damga vuran kişisi Acun Ilıcalı var. Kazanmakla kastedilen para, güç ya da şöhret midir, belirsiz ama bu çerçeve doğrultusunda birçok hususu irdelemek mümkün.

Enler konusunda yapılan araştırmalara son yıllarda farklı bakıyorum. Bu enler sonuç olarak nerede durup nelerle haşır neşir olduğumuzu göstermeleri.