Y kuşağı

 

Y Kuşağının Yanık çocukları

 

 

 

1980’li yılların başında doğdular.

 

2000’li yıllara vardığımızda hayatlarımızda yer eden cep telefonu, internet ve genetik alanında yapılan onca değişikliğe yakından tanık oldular. Günümüzde, değişimin farklı bir tanıma denk düştüğü aşikar; onlar bu değişimin insanları. örneğin önceki kuşaklar bilgisayara mesafeli yaklaşırken bilgisayar onların bedenlerinin bir uzvu sanki. Kendilerinden önceki X kuşağının ‘bunlardan bir halt olmaz’ şeklindeki negatif bir biçimde algılanmasına denk bir algıyla algılanıyorlar. Ancak 1965-1981 yılları arasında doğmuş X kuşağından da temelde ayrıldıkları yönler mevcut. Bir önceki kuşağın, kısacası anne ve babalarının sınıf atlamak istemelerinden, sınıf atlarken yeni ufuklar, ülkeler, umutlar keşfetmelerinden memnunlar ama esas olarak yaşamı daha geniş bir çerçeveden izlemekten yanalar.

özellikle statistiklere pek meraklı kültürlerin haklarında ürettikleri çıkarsamalarına göre, Y kuşağı geçmiş kuşaklara göre daha az idealist ve daha pragmatist. Buna karşın anlaşılmak, kabul görmek, saygı duyulmak ve toplumun ‘kapsama alanı içersinde olmak’ gibi arayışları da mevcut.

 

Zadie Smith’in ‘Amerika’nin Yanık çocukları’ başlığı altında topladığı ve dilimize özlem Gayretli Sevim’in aktardığı seçki, George Saunders’ten Aimee Bender’a, A.M. Homes’dan Jonathan Safran Foer’e uzanan bir dilimde ABD’nin Y kuşağına mensup en önemli edebiyatçılarını tanıştırıyor bizlerle. Smith’e göre bu kuşağın edebiyatçıları bir önceki ve hatta ondan da önceki kuşağa göre çok daha suskun, kararsız ve kırık;  buna rağmen kimine göre ‘uçuk kaçık’ konulardan bahsetseler de farklı bir eleştirel görüşe sahip oldukları ortada olan yazarlar. Kimisinin ilk öyküsü Granta’da çıkmış, kimisininki The New Yorker’da yayımlanmış. Kısaca rüştlerini ispatlamışlar. Zaten konumuz da bu değil. Bu yazarların, öykü geleneğinin en güçlü damarlarına sahip bir ülkede yazdıklarıyla çağımıza verdikleri mesaj asıl ilginç olanı.

Kendileriyle sürekli çatışan bu kuşağın yazarlarının şimdiye kadar ortaya koydukları yapıtlar, hem dünyanın gidişatını hem de bu dünyanın bu kuşak tarafından nasıl görüldüğünün de yakın birer kanıtı. ‘İnci Gibi Dişler’in unutulmaz yazarı, yaşı Y kuşağına yakın sayılabilecek Smith’e göreyse bu çatışmanın sonunda galip çıkan yine edebiyat! Farklı bir bakış açısıyla kotarılmış değişik, yer yer komik, yer yer kopukluklarla bezeli bir hüzün dili bu. Yok olarak kendini var eden bir dil. Kuşağa özgü değişimin buruk ama gerçek bir yansıması sanki. Reklamlar, çipler, kredi kartları ve sonsuzlukla kuşatılmış ama bir o kadar da büyük, engin, geniş bir ölüm korkusunun kol gezdiği bir dünya burası. Bu satırlardaki ölüm korkusunun nedeni ne ki? Sahte bir neşeyle geçiştirelemeyen ne? Gerçekten söylenememiş olanlar mı yoksa?

 

Tam da burada kitabın son öyküsüne takılır gözümüz. Safran Foer, ‘Keşke Söyleseydim’ der kitapta yer alan bu öyküsünde, öykünün  ailevi çelişkileri aktardığı kurgusunda.

 

Biz ise ‘keşke söyleseydi’ deriz. ‘Keşke söyleseydik. Keşke keşke söyleyebilseydik… Belki daha yakından görebilirdik her şeyi o zaman- bugün ve yaşanılan tüm yanlışlar adına. Belki birbirimizi bütün kuşaklar, bütün sınıflar ve bütün ayrımlar adına daha net görebilirdik-söyleyebilseydik!’ Mümkün olabilir miydi bu? Belki…

O zaman Yanlış Kol adlı öyküsünde Sam Lipsyte karşımıza şu cümlelerle çıkar ve çağ adına bize gereken dersi verir: ‘Daha yakına gidelim dedim. Sonra da yanlış şeyi yaptım.’