Yaşama dair üç sır

‘Pazar günü sabah 7.00 sıralarında İstanbul Cihangir’deki patlamada molozların altında kalan bir simitçinin cesedine ulaşıldı.’
 
***
 
Kadının acelesi vardı. Kadının hep acelesi vardı. Rüyalarında bile bir yerlere yetişmeye çabalardı kadın. Otuzlu yaşlarında, yaşamı değiştireceğine cidden inanan, yaşama hırslandıkça hırslanan mavi yakalı, bakımlı, botoksa daha bu yaşlarda göz kırpan, yüksekten de yüksek topuklu ayakkabılarını süslü torbasında suni havalı AVM’den bozma iş yerine, oraya, buraya taşıyan o kadınlardandı. Duygusaldı ve çok çabuk kırılanlardan, dahası bunu belli etmemeye çalışanlardan.
 
Derken karşı caddede onu gördü. Bir simitçi! Pazar günü olmasına rağmen yine çok acelesi vardı ama bu ülkedeki her fani gibi simidi hemen her zaman tatmak isterdi. Hem o gün A Milli Takım Hırvatistan’la karşılaşacaktı. Milli takımın üç galibiyet, iki beraberlik ve yedi mağlubiyeti vardı. 12 maç… Ve zamanı gelmişti. Avrupa’ya gösterecektik. Kadın buna gerçekten inanıyordu. Yaşamdan da fazla. Her şey yeniden başlayabilirdi, yeter ki akıp giden bahtsızlıklara bir ‘dur’ denebilseydi.
 
O yüzden de, simitleri tezgâhına hayat dersi gibi yaymış, tipiyle sinirini bozan, hayat emrin olur tarzındaki o adamı, sesinin gelgitine aldırmaksızın ‘simitçi, baksana, aaa simitçi’ diyerek manikürlü, bakımlı elleriyle, caddenin öbür yakasından ‘Avrupa Avrupa duy sesimizi’ edasıyla durdurdu.
 
Zar zor caddeyi geçtikten sonra ‘kaç tane abla?’ diye sordu beyaz saçlı simitçi adam.
 
Bu kadar. Tüm bu çabaya! Üstelik abla ha!
 
Kadın içerledi buna. Ama belli etmedi ve sesini kontrol etmek istercesine:
 
‘Kaç tane olacak bir tane elbette!’ dedi.
 
Adamsa kendinden umulmayacak bir tavırla
 
‘Yok,’ dedi, ‘mümkün değil! En az bir düzine almalısın!’
 
‘Aaa, ne yapacağım ben 12 tane simidi!’
 
‘Yediklerini yersin yemediklerini buzdolabına atarsın’ dedi bilmiş bilmiş simitçi. Yok yok tam bilmiş denmezdi ona. Belki biraz ukala. Belki biraz bilge. Belki biraz sıyırmış. Belki de hepsi!
 
‘Yok’ dedi kadın. ‘Çantamda yer yok!’
 
‘Yoksa, simit de yok’ dedi simitçi. ‘Ya hep ya hiç.’
 
Bir müddet bakıştılar. Aralarından yaz kuşlarına benzer kuşlar geçti. Sonra simitçiden parlak bir fikir zuhur etti sahaya.
 
‘Sana üç soru soracağım’ dedi simitçi ‘Bilirsen tek simidini alır gidersin. Bilemezsen… Düzineyi…’
 
‘Aaa, inanmıyorum’ dedi kadın. ‘Yok artık ya! Her yerde baskı, yetti ya!’
 
Ama sonunda tahmin edeceğiniz gibi bizim simitçi kazandı. Önce soruları sordu keyifle. Sonra da olan oldu.
 
Sorularsa şöyleydi:
 
Bu dünyada en iyi insan kimdir?
 
Bu dünyada en büyük meziyet hangisidir?
 
Bu dünyada insan bugüne kadar neyi değiştirebilmiştir?
 
***
 
Kadının sorulara verdiği cevapları yazmayayım buraya. Ancak topuklu ayakkabılarının yanına on iki tane simit sıkıştırmak zorunda kaldığını not düşeyim.
 
Meraklısı için simitçiden araklanmış cevaplar:
 
Kimseye ve hiçbir şeye zarar vermeyen. (Böyle dediğinde nedense ağaçlara bakmıştı simitçi)
 
Sabır
 
Hiçbir şey.
 
Daha geniş cevap isteyenler için, ki kadın istemişti, simitçinin sermaye piyasası dediğini fısıldayalım. ‘Sermaye piyasasının köleleştirdikleri’ demişti simitçi, her zamanki haliyle. ‘Dünya bunun üzerinde döner pek güzel bayan ve bu yüzden hiçbir şeyi değiştiremeyendir insan.’