Yemin

Sırların adamıyım diye kandırdım onu / O da inandı bana / İnanmasını istemedim, ama hoşuma gitti, gururumu okşadı bana inanması / Hayat hızla geçiyor oysa / Hızla çürüyoruz hepimiz /Birbirimize bakışlarımız sahte / Birbirimize inanışlarımız sahte/ Bizden umuda inanmamızı talep edenler sahte / Bu oyunu oynarken birbirimize, içimizdeki deniz sahte, dağ sahte/ Sevgiler, inançlar uyduruk, gerekçeler sahte / Her şey komik ve beş para etmez / Bunları anlattım, inandı ve âşık oldu bana /Affet beni bu bizim ortak andımızdı oysa /Ama bilir misin ki dünyadaki bütün antlar da sahte…’

Bu satırları bir öykü için yazmıştım. Karısını aldatan bir erkeğin karısına yazdığı bir mektubun son cümleleriydi bunlar. Yaşadığı bir olumsuzluğu başka bir olumsuzlukla bertaraf etmeye çalışıyordu adam o öyküde. Seni aldattım ama hayatta her şey zaten sahte diyordu karısına. Belki bir yere kadar doğruydu bu dedikleri. Ama bana öyle gelmişti ki aslında başka bir gerçeğin üstünü örtüyordu adam. Kadını artık sevmediğini! öykünün özü, işin doğrusu buydu aslında.

***

Yeminler, antlar… Salı günü televizyon linklerinden izlemeye çalışıyorum olup biteni. Olup bitenle arana kilometreler girdiğinde olaylar kopuk kopuk, durağan bir biçimde akıyor sana. Ya sen olaydan önce eskimiş oluyorsun ya da o olup biten seni umursamıyor, sonsuzluğu elde etmiş bir kibirle basıp gidiyor hayatından, nedeni senkronun bir biçimde kayması, teknik bir şey. Ama teknik olması demek duygusal karşılığı olmayacak demek değil. Bir duran, bir hareketlenen o iki görüntü arasına sığışanı düşünmeye başlıyorum. Meclis açılmış, daha doğrusu açılamamış. Demokratik arayışlar, çabalar, haklılık payları, direnmeler. İki görüntü arasına sıkışıp kalan haliyle bu. CHP ve BDP’nin tavrı elbette çok net bir biçimde anlaşılır. Ama bu milletin acilen bir demokrasi sınavına, kısaca anayasanın değişimine ihtiyacı olduğunu da hepimiz biliyoruz. Yemin törenine gitmemek önemli bir karar -elbette altı demokratik bir biçimde doldurulabilirse. O yemini etmemenin arkasındaki ‘doğru’nun sabitlenebilmesi ve bu uğurda direnilebilmesi. Aksi takdirde hep birlikte kaybedeğiz.

Ekranda meslektaşım Muhsin Kızılkaya’nın sözlerini yakalıyorum bir ara. ‘Şiddetten uzak durmalıyız’ mesajını. Ve görüntü duruyor. Ve o arada yine şiddet dolu bir ülke görüyorum nedense. Şiddet ve öfke dolu bir ülke. Belki uzakta olduğum, olaylarla arama interneti koyduğum için. Görüntü bir durup bir hareketleniyor. O araya bir haber giriyor. Yitip giden kocasının ardından çocuklarıyla birlikte asker selamı veren bir kadın içimi burkuyor yine. Sonra Berfo Nine için yazdığım yazıya gelen küfürleri hatırlıyorum. İnsanlar ölmesin dediğin zaman bile ülkemde kanı vasıflandıran öfkeyi düşünüyorum. çocuklarımız dediğim zaman ayrım yaptığımı sananları.

Yaşamak bir çoğulluktur oysa. Bunu veremeyen yaşam, yaşam değildir zaten. ötesi karşısındakini hep düşman olarak görmektir. Ancak bu şekilde yaşayabileceğimize inandırılmışızdır çünkü. Yeminlerle, ezberlerle, antlarla, bunlara dolanan öfkelerle, bu öfkelerle büyüyen ‘özgürlük’ söylevlerimizle. Ya da benim öyküdeki adam gibi bir yanlışı başka bir yanlışla bertaraf etmeye çalışmışızdır… Oysa olup bitenlerin içinden parıldayabilecek bir gerçek her zaman mümkündür.

Yeminler, antlar… önemli olan ezberlerden kurtulup yaşamı dönüştürebilme gücüdür. Galiba bu yüzden antları sadece bir ezber olarak görmek durumundayız. Ve sonra işin aslına dönüp yola revan olmalıyız! Her şeyi değiştirebilmek için. İlk önce de kendimizi.

***

öykünün sonunu merak ediyorsanız söyleyeyim: Kadın yeni bir hayat kurar kendine. Kimseyi suçlamadan hayatına devam eder. özgürlük bir yemin sorunu ya da sözcüklere abanıp kalmak, hastalıklı bir biçimde geçmişe takılmak sorunu değildir onun için, bir yaşam devamlılığıdır. Nehir gibi denize akmaktır. öyle yapar kadın. Adamla ilgilenmez bile artık. Yeniden sever, yeniden inanır, yeniden kurar yaşamı. Yaşamın bu olduğunu bilerek.