Yok böyle bir narsizm

Eğlence kültürü, farklı katmanların üzerinde yükselen bir kültür olduğu için üzerinde ciddi ciddi düşünmek gerekiyor. üstelik günümüzdeki genelgeçer algıların üstüne kurulmuş olduğu için ondan beslenen birçok program ve yayından sayısız ders çıkarmak mümkün. Bu kültüre yolu düşenlerden biri de televizyondaki “Yok Böyle Bir Dans” adlı yarışma programı. Bu tür yayınların piri haline gelen, zamanında aynı lisenin tozlarını yuttuğumuz Acun Ilıcalı’nın önderliğindeki program, popüler ve sevdiğimiz simaların kendilerine eşlik eden profesyonel dansçılarla dans etmeleri üzerine kurulu. Eşler eleme usulüyle yarışmaya devam edebiliyor. Puanları verenler öncelikle jüri üyeleri; ardından SMS mesajları yoluyla oylama izleyicilere bırakılıyor. Adına ister gerçek demokrasi deyin (halk oylarıyla seçilmek bu anlamda önem taşıyabiliyor bu tür programlarda) ister mesajlarla programın gelirine yapılan “ufak” katkının altını çizin, iş yürüyor.

Ancak ortada başka bir tuhaflık daha var. Sıra “notlamaya” geldiğinde ünlülere eşlik eden ve aslında işin (dansın) gerçek ehli olan insanların hiçbir önemi kalmıyor! Sanki onlar birer figüran ve haliyle programın, dolayısıyla ünün temsil ettiği halenin içinde “olması gereken” doğal birer kuklaya dönüşüyorlar! Durum bununla da kalmıyor: Yarışan ünlüler başkalarından, hiç de alanları olmayan bir şey konusunda, bunun adı danstır, sevgi, destek ve anlayış bekliyorlar! Sorun tam da burada zaten. Bu kişilere neyin sevgisini, destek ve anlayışını vermek durumundayız?

Bu patikayı takip ederek yarışmanın genel paydası olanın dans değil ün olduğunu fark ediyorsunuz. Bundan önceki programlarda ünlü olma basamağının sıradan insanlar tarafından nasıl aşılabileceğine dair birçok sahne izledik. Yok Böyle Bir Dans’ta ise ünün kitle kültürünü dibine kadar kullanma suretiyle yeniden üretilme hallerine tanık oluyoruz.

Kaldı ki bu paydaya eşlik edecek başka bir fikir daha var: Bu program ünü narsizmle paralel hale getirerek bize sunuyor. Dahasını da yapıyor üstelik; bu narsizmi onaylıyor. Söz konusu durumsa günümüzün dinamikleri açısından çok önemli. Evet, ün. çünkü bu sözcük çağımızda yeniden üretilmesi gereken değil, üzerinde yeniden (ve yeniden) dikkatlice durulması, düşünülmesi gereken bir sözcük.

Narsizmi sadece bencillik ya da benmerkezcilik olarak düşünmeyelim. Psikolojide altı çizilerek vurgu yapılan yan onun “bireyin sevgi nesnesi olarak başkaları yerine sadece kendini seçtiği bir zihin durumu” olduğu yönünde. Başkalarını sevmediği ya da onlardan nefret ettiği iddiası değil de daha çok kendine aşık olma hali. Dünyada ya da Türkiye’de ünün etrafındaki popülist politikanın oluşturduğu hale de bu yönde zaten. çağımızdaki ün, ünlünün seyredilerek büyüdüğü bir olgu, ünlünün dünyaya bakarak geliştirdiği bir olgu değil. Yine çağımızın ün temasına pompaladığı başkalarının gerçekte neler yaptığı, nelerle haşır neşir olduğunu görüp aktarmaları değil, sadece kendi ünlerinin narsizmi etrafında var olmaları. Bu onları pasif hale getirmenin en akıllıca yöntemi galiba. Bu yüzden ünlülerimiz en az politik olana el atar ve mümkünse iktidara yakın durmayı gerektiren konuları tercih eder.

Ama Türkiye’de onların el vermesiyle hızla dönüşebilecek, kamuya sunulabilecek o kadar çok konu vardır ki aslında. Ezberlerin bozulması onların katkısıyla çok hızlanır ama… Onlar bu işleri halka, halkın oyuna bırakmışlardır! Halkın oyuna bırakırken de hep şunu yinelemek isterler: Bizi gör, sev, bize destek ver. Oysa halkı görmesi, halka destek vermesi gerekenler kendileridir. Ufak bir yer değişikliği… Ufak ama sonuçları çok önemli bir hareket zaafıyla sonlanacak bir değişikliktir bu. Seyredenle seyredilenin rollerini değiştirmek! Küçük bir rol değişikliği sadece… Gibi. Oysa her şey çok politiktir. Başta “ünlüler”in böyle davranmasını isteyen sistem olmak üzere, her şey.

Son olarak bu yazıyı yazdıran soruyu soralım. ün kimin tekelindedir?